Günün Yoranı 5: 'Barok kokan şehirlerde başörtüsü sorunu'
Bu Blog benim yazılarım için hazırlandı, öyle büyük beklentileri olan arkadaşlar gelmeseler de olur. Kendi halimizce bizde düşünmek, anlamak ve yazmak istedik.
Mittwoch, 4. Dezember 2013
Sonntag, 1. Dezember 2013
Barok Kokan Şehirlerde Tesbih Sallamak
Barok Kokan Şehirlerde Tesbih Sallamak
Aslında sanatsal çağların hep problematik bir sorunu olmuştur. Sanat
tarihi açısından bakıldığında Avrupa'nın
hiç bir yerinde topluca ortaya çıkan bir
Barok tarz yoktur. Ayrıca Barok tarzı
mimaride birden ortadan kaybolmuyor.
Sanatsal çağlar, öyle
keskin bir bıçak gibi ayrılmazlar. Ben Gombrich'ın sanat eseri yoktur sanarcı vardır tezine
katılıyorum. Çünki Barok çağın son
zamanlarında bile yapılan Gotik
eserler var, elbette sanatsal çağ dediğimiz şey bir moda akımına
benziyor, neden ve nasıl
ortaya çıktığını bilmek,
sadece sanat tarihi
acısından bilinmesi çok zor bir
iştir. Onun için birçok sanat tarihçisi, felsefe ve siyaset bilmediğinden çok sıkıcı bir analiz yaparlar,
sanki sanat tarihi uzayda bilmediğin bir gezegende
olmuş ve senin bundan haberin yok. Sanat
insanların yani sanatçının ortaya çıkardığı bir eserdir, en basit tabiri ile, ve bundan da
önemlisi sanatçı hiçbir zaman
sanat tarihçileri baksın
incelesin diye eser yapmamıştır. Her sanat eserinin kendi konteksinde oluşan birçok faktör
vardır; ilk önce o sanat eserinin oluşması için maddi bir kaynak olacak, sonra o
sanat eserinin eksikliği
hissedilecek, sonra sanatçı
bulunacak, ve bu ortamda sanat eseri
ortaya çıkacak, farkında iseniz sanat
tarihçisinin sanat eserinin ortaya çıkmasında hiç bir rolü yok.
Her sanat eseri
kendi zamanın ruhunu yansıtır. Her
zaman kendi gökyüzüne bakar
ve o baktığı gökyüzünden
kendini tarif eder. Barok çağıda bu
şekilde anlaşılabilir. Barok dediğimiz sanatta süslemenin, şatafatın ve altının
öne çıktığı bir zaman. Nasıl
oluyorda Gotik olan çağın hemen
ardından böyle bir ekol kendini kabul
ettiriyor? Gotik olan Katedrallere
bakarsanız , taştan yapılmış
ğörkemli ama sade eserleri görürsünüz. Avrupa'da haçlı seferleri yeni bitmiş ve İtalya'nın
zengin şehir devletlerinde, imparatorlukların katı baskısından uzakta Rönesanz diye bir akım
zaten başlamış. İşte böyle bir
ortamda Jan Hus'un
yakılmasında yüz yıl sonra Martin Luther
Alman derebeylereinin de desteği ile, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na karşı koyar. Türkler ile savaş halında olan
İmparator batısında yeni bir cephe açmamak için derebeyleri ile bir
antlaşma yapar. Cuius regio, eius religio,yani kimin toprağı ise
onun dini, ilkesini kabul eder. Bundan sonra nerde hangi
dine tabi olunacağını derebeyleri karar verecek ve Kutsal Roma Germen imparatorluğu devam
edecek. Bu tavizden sonra yapılan
hatanın geriye döndürülmesi için Toranto konzilinde tekrar
katolikleştirmek için kararlar alınır. Torento Kozilinin
sonunda Barok tarz ve Cizvitler ortaya çıkar. Barok ekolü
protestan itirazına karşı bir cevap
olarak ortaya çıktı. Cizvitler ise
protestanlığı tekrar katolikleştirmek
için.
1618 yılında bugünkü Avusturya'nin %70'i protestan, Bohemia'nın ise % 90'i. Sadece Kayser, asiller ve ruhbanların katolik olduğu bir ortamda, protestanlara karşı bir savaş başladı. Savaşı Prag'da Kayser'in elçilerinin penceren atılması tetikledi, ve o zamana kadar sabırla oluşmuş olan gergin ortam 30 yıl sürecek bir savaşa dönüştü. Çürümüşlük ve zamanı geçmislik ile suçlanan Katolik kilisesi, artık Gotik mimariyi bırakıp, daha şatafatlı ve süslü olan Barok tarzına geçti. Bu şekilde artık, kendisinin o suçlanan eski ve çürümüş olan olmadığını haykırmak istiyordu. Tabi Barok çağı aynı zamanda modernitenin ortaya çıktığı bir zaman. İlk askeri akademiler, katma değer vergisi, sürekli hazır bir ordu bunların önemli olanlarındadır.
Savaş boyunca ve sonrasında Barok tarz sürekli kendini geliştirdi, hep daha süslü ve şatafatlı oldu. Yüksek Barok dediğimiz Rokoko zamanında artık abartının son noktasına gelindi. Viyana ise, hem savaşların hemde sanatın önemli bir merkezi oldu. Kutsal Roma Germen imparatorluğunun başkenti olması hasebiyle, buraya çok sayıda Barok mimarı eser yapıldı. Aslına bakarsanız Viyana'daki Gotik ve Romanik eserler çok azdır, bunun yanında Viyana'da tarihi eser diye göze çarpan kiliselerin çoğu Barok ve Kalasik eserlerdir. Bazı yerlede Barok ve Klasik eserler arasındaki farkı bulmak idmanlı bir göz ister, çünki bu iki akım ard arda geldiğinden ve Barok akımın Gotik'ten kopması sırasında olduğunu gibi keskin ve şiddetli bir muhalefet olmadığından, geçişler çok buğuludur. Nerdeyse sakın bir geçiş yaşanır. Bunu en güzel Gotik mimarı ile Barok arasındaki farkı görünce tahayyül edebilirsiniz.
Viyana'da Barok mimariye en güzel örneklerden birisi, Karls Kirche'dir, Bu kilise doğuda Osmanlı ile yapılan mücadele esnasında ortaya çıkıyor. Klisenin ön kısmında bulunan minereyi andıran, iki sütünu ile, çok güzel bir eserdir. Eğer erken Barok tarzını görmek isterseniz Bäcker str. nın sonunda Cizvit Kilisesi aradaki farkı görmenize yardimci olur.
Barok çağı birde müziği ile kendini gösterir, Kutsal Roma German İmparatorluğu'nda Mozart ve Vivaldi şahane eserler yazarken. Protestanlarda ise Händel unutulmaz senfoniler besteler ( Bu isimleri merak ediyorsanız size tavsiyem youtube da müziklerini dinleyin aynı zamanda da Barok eserleri inceleyin, bu şekilde hem gözünüz hemde kulağınız Barok çağına aşina olacak). Ben Barok çağını şahsen bir türlü sevemedim, çünki modern olan herşeyin kökeni burda Barok çağında Vestfalya antlaşmasında Tanrının ölüm bildirisi, kilisenin bütün protestolarına karşı imzalandı. Bundan sonraki hikaye malum Egemen devletler, kolonileşme, ulus devlet, ve iki dünya savaşı. İşte bundan dolayı Barok tarzı bir türlü sevemedim. Birtek Vivaldi benim için farklıdır, oda beni en zor anımda yanlız bırakmadığından. En sıkıntılı anlarımda bir kenara geçip elime kağıt, kalem alıp kulağımda Vivaldinin Dört mevsiminden Kış'ı dinlerdim.
Babam ise elinde tespihi ile, en sıkıntılı anlarını, düşüncelerini, duygularını işlerdi. Küçükken anlam veremediğin hareketleri olur babanın ama büyüyünce sende yaparsın , neden yaptığını bilmeden, sanki bildiğin tanıdık bir rituali yapmanın rahatlığı vardır, seni en zor anında yanlız bırakmayan bir vivaldi kadar tanıdık, ve sevecen bir hal. İşte bu yüzden hep tesbihim oldu, ve bende aynı babam gibi, düşüncelerimi, duygularımı o tesbihle gösterdim.
Kulağımda Vivaldi, elimde tesbih ve ben Karls Kirche'nin önündeyim.
Mittwoch, 27. November 2013
Kant ve Ezan
Kant ve Ezan
Allah söz verenlerin sözlerini yerine getirmesini
ister. İnsan konuşurken dikkat etmeli, bizim temel hasletlerimizden birisi
, konuşurken düşünmediğimiz için konuştuktan sonra daha fazla düşünmek zorunda
kalıyoruz. Geçenlerde bende düşünmeden Kant ve Ezan hakkında bir yazı
yazacağımdan bahsettim. Tabi bu konuşmayı yaparken, söylediğimi duyan dört kişi
daha vardı, ve inkar edebileceğim bir
durumda yok. Şimdi haklı olarak sorabilirsiniz, neden böyle bir cümle
sarfettim? Yani nasıl olduda, bu kadar
uçabildim? İnsan işte, dilin kimiği
yok derlerya tamda o yüzden. Bir
sohbet ortamında, sohbetin seyri, bir
yerde Kant ve Ezan'a geldi, bende konu hem ürkütücü hemde çekici olduğundan,
birazda nefsime uyarak, böyle bir
yazıyı yazmak istediğimi söyledim. Aslına bakarsanız, böyle bir yazıyı en çok
kendim merak ediyordum. Acaba Kant'ı ve
Ezan'ı anlatan bir kompozisyon
yazılabilir mi? İşte bilinçaltı
bastırılmış duyguların, insanın en
heyecanlı anında verdirdiği karar
böyle oluyor, aşık olmak ta bunun gibi
birşey, içinde bilmediğin bir his, sana aklına gelmeyecek işler yaptırıyor.
Bende bu
yazıyı gecikmeden yazmaya karar
verdim ki ahde vefamız olsun.
Pietist bir protestan olan Kant, annesinden
sevgi ve şefkatin yanında dindarlığıda öğrendi. Aydınlanma çağının önemli bir
filosofu olan Kant, Aydınlanma nedir ?
Diye bir deneme yazdı. İmmanuel Kant, felsefe tarihi içinde, en önemli ilk on filosofun içine girecek birisi. Belki de adında bu kadar
bahsedilmesidir, onun bu kadar
az tanınıyor olması. İsmini
bile söylediğimde insanların suratında; anlamıyorum neden
zorluyorsun ifadesi canlanır genellikle. Bence Kant'ın
bu kadar zor anlaşılıyor olması, biraz yazdığı zamandan birazda dilin değişmesinden kaynaklanıyor. Belki
herkez Kant'ın kendi eserlerini
okuyamaz, okusada zorlanabilir, ama Kant
hakkında en çok araştırma yapılan
filosoflardan birisi, her dilden Kant
hakkında yada felsefesi hakkında
birşeyler bulunabilir. Peki Kant neden bu kadar
zor? Aslında zor değil, Kant'ı bence en güzel yine Kant açıklıyor. Kanta göre Philosophie Lernen ( felsefe öğrenmek )
ile Philosophieren Lernen( felsefe yapmayı öğrenmek) farklı şeylerdir. Birincisinde insan eski filosofların düşüncelerini,
yazılıp bilinen teorileri öğrenir bunun
için bir okula bile ihtiyaç yoktur. Güzel bir felsefe kitabı alınıp okunabilir, yada filosofların
eserleri okunabilir. Ama Philisophieren Lernen yani ikincisi, önemli olan
bu, felsefe yapmayı öğreniyorsun; felsefi olarak hangi
soruları soracağını, hangi sıralama
ile soracağını, sistematik ve sıkıcı
bir şekilde yazmıştır. Kant Otuzyıl savaşından ( yani Tanrı öldükten
sonra) yaşadı, ve insanların içinde
bulundukları durumu görüp, insanlara
Tanrının boşlunu hafifletecek, bir felsefi yol tarif etti. Belki Tanrı öldüğü için, felsefesini ahlak ile başlattır Kant. Felsefenin ilk sorusu ve cebabıdır Ahlak. Eğer Ahlak varsa insanın yaptığının bir
anlamı olur, elbette felsefede
Ahlak ile başlar. Kategorik imperatif Kant'ın çıkış noktasıdır. Bizim Yunus Emrenin -
Kendine ne sanırsan ayruğada onu san-
sözünün almanca, ifade edilmiş halidir. Peki Kant'tan önce Yunus bunu
söylemişken, Hz. İsa söylemişken, neden
Kant söyleyince bu kadar önemli oluyor.
Çünki diğerleri söylerken Tanrı yaşıyordu,
Tanrı Ahlakın kaynağı idi, ve
insanlar Tanrıya inandıklarından,
Ahlak yaptıkları her işte zaten hep
vardı. Yani cadılık yüzünden
yanarak ölmesi gereken bir cadı, Katolik inancındaki ruh ve
bedenin korunması innacına göre, asla diri diri yakılmazdı, ateş yanmadan bir cellad gelir
ve mahkumu arkadadan boğarak öldürür, yana cesedi yanar, işte böyle bir şeydir Ahlak.
Tanrı öldükten sonra, insanın elinden ahlakida
alında, ahlaki alınan insanda
şeytanlaşmaya başladı, işte böyle bir atmosferde, moderleşme, koloniyalizm,
kölelik, dünya savaşları ve toplama
kamplarına kadar gitti. Elbette Katolik
kilisesinde de ahlaksız papalar rahipler vardı , elbette onlarda zulüm yaptılar, ama Tanrı ve Ahlak yaşadığı
için, onların yaptıkları hiçbir zaman meşru olmadı, sadece onlar
günahkar oldukları için bunları yaptılar, yoksa doğru olduğu için değil.
Kant ahlakı
elinden alınan insalığa küçük bir
yardımda bulunmak istedi, ama insanlık sanki onun korkusunu haklı çıkarırcasına, ahlaktan hep
uzaklaştı. Uzaklaştıkçada insanlığın dibine vurdu. Kant için felsefesede üç
önemli soru vardır: Ne bilebilirim? Ne yapabilirim? Ne umut edebilirim? , bu üç sorunun cevabı dördüncü soruyu verir; İnsan Nedir? İşte Kant fesefesinde bunu açıklamaya çalışır.
Antropolojik bir analiz yapar Kant,
bununla da kalmayıp birde sonsuz
barışın nasıl olacağını düşünür. Aynı
isim altında 1795 yazdığı makale
bugünkü Birleşmiş Milletler
dediğimiz sistemin felsefi olarak,
anlatılmasıdır. Bugünki Birleşmiş Milletler yanlış veya eksik çalışıyor olabilir, ama Kant'ın hayalindeki sistem kesinlikle bu değildi.
Birde bazı
müslümanlarda sevdikleri insanları müslümanlaştırıp rahatlamak gibi bir
pisikoloji var. Kant arapça kelimeyi
şahadet getirmeyebilir, ama
kimin iman sahibi olduğunu ancak
Allah bilir bize düşen, hayırlarda yarışmaktır. Çok sevdiğim
bir filosoftur, belki en sempatiğidir demiyeceğim ama, en
vicdanlılarından olduğu kesin. Pek bilinmez ama üç boyutlu bir geometriyi düşünen ilk filisoftur, Kant sayesinde
Öklit'in iki boyutlu mekan anlayışından
üç boyutlu mekan anlayışına geçtik. Bunların yanında ben Anlalitik ve Sentetik
önermelerden bahsedemedim, Transzendenz ve
Tranzandantal olandan da. Bugün eğer
elektiriği bulmuş isek ve bunu
kilimetrelerce uzaklara yayabiliyorsak, Kant'ın üç boyutlu geometri anlayışına borçluyuz. Elektrik sayesinde de hiç bir
imam minareye çıkmadan çok uzaklara
ezanın mesajını ulaştırabiliyor. Allah bizide salih amel işleyenlerden eylesin.
Sonntag, 24. November 2013
Öğretmenler Günü
Öğretmenler
Günü
Yine bir
öğretmenler gününü hep beraber,
yurtta, yavru vatanda ve dış temsilciliklerde coşku ile kutluyoruz. Tamda bu
yazının böyle bir coşku halinde iken yazılması gerekti. Şimdi burda yazıma başlamadan önce bir Hümanizm eleştirisi yapmak istiyorum. İlk olarak
kitlesel toplu eğitim fikri, halkının
ilerlemesini isteyen Hümanist bir
iktidardan gelmedi. Bu şekilde
kitlesel eğitim, yeni ortaya çıkan
modern hayatta insanlara gerekli
olan asgari bilgi ile donatmak isteğinden çıktı. Savaşlarda eski ordu ile
yeni ordu arasındaki
fark, çok kısa bir sürede kitlesel bir eğitimle ateşli silahlar kullanma
ile başladı.Bunun karşısında ok atmayı öğrenmek ve ilerletmek, uzun bir
çalışmayı gerektiriyor. İlk basılan silah kullanma talimnameleri, ilk okul
kitaplarından daha eskidir. Peki, okumak okuma yazma bilmeyen cahil insanlar
olmaktan daha iyi değil mi ? Evet haklısın, bende elektiriksiz gecelerde, topluca ateş başında oturulup daha yakından daha sıcak sohbetler
edeceğimize, böyle evde tek başıma facebook önünda yazı
yazmayı tercih ederdim. Çok
şükür okuma yazma bilen birisiyim, hatta
gündemi en son teknoloji ile takip etmeye çalışmaktayım. Sizde kendi hesabınıza
birini tercih edin.
Modernite
geri çevrilemeyeceğine göre, biz şimdi
ne yapacağız? Kitlesel eğitim, en gelişmişinden en geri kalmış ülkesine
kadar yayıldı. Yani metod olarak, şuan elimizde
o var, ve bildiğimiz daha farklı bir dünya düzeni
yoksa, en azından bu olanın hatalarını
düzeltmek gerekir. İşte hal böyle iken, kitlesel eğitimin önemli bir aktörü olan
öğretmenlerde, düzeltilmesi
gereken bir yerde duruyorlar.
Ben kendi öğrencilik hayatımda hem güzel
hemde iğrenç öğretmenler ile karşılaştım. Bir taraftan benimle ilgilenen , annemi okula
çağırıp, benim için gerekli kitapları tedarik eden,
diğer taraftan utangaç bir çocuk iken,
bana küçük bir rol oynatarak
özgüvenimi ortaya çıkaran öğretmenlerim oldu. Bunun yanında sadece güldüğüm
için, arkadaşlarımın önünde beni tekme
tokat döven ruh hastalarıda tanıdım, ne yazıkki onların adıda öğretmendi. Çok şükür iyi olarak hatırladığım öğretmenlerimin sayısı kötü olanlardan fazla, onun için hala
okul yıllarını
hatırlayabiliyorum. Birtkaç arkadaşım öğretmen oldu, diğerleri kamuda ve özel sektörde değişik işlerde çalıştılar. Bende şimdiye kadar değişik
ortamlarda, belli bir kitleye bazen, panellerde, bazen sempozyumlarda bazende
seminerlerde birşeyler anlattım. Yani eğitim ile
hep iç içe oldum.
Öğretmenlik en az
taxicilik kadar zor bir meslektir. Burda
hiç kimseyi ne aşağılamak nede
yükseltmek istiyorum. Elbette taxiciler
ulvi bir görevi yerine getirerek,
insanları bir yerden başka bir yere götürdükleri ve bunun karşılığında
para aldıklarından, insanlara birşey
öğrettiği için para alan insandan
daha kötü yada iyi değildir. Önemli olan, taxiçinin de öğretmenin de yaptığı işi sevmesi. Peki böyle komplike
ve zor birşeyi nasıl
başarabiliriz? Bence bu soruyu
geleceğe doğru yaptığımız
hayalleri, hayatımıza uygulayarak başarabiliriz. Gayet rasyonel bir
yaklaşım. Bunu neden yapman gerektiğine dair,
ulvi veya uhrevi sebebler arıyorsan, bu alemde varoluşunun sebebi olarak düşünebilirsin.
Burda dikkat etmen gereken, toplumu varaden gücün dayanışma olduğunu unutmamam.
Toplumlar ancak dayanışma
ile varolabilirler, yoksa toplum olmalarının bir sebebi kalmaz, bak burda
dayanışma diyorum, karşılıklı mefaat demiyorum, faydacılıkta demiyorum. solidarty denilen,
toplumun diğer fertlerine karşı, bilerek ve
isteyerek yapmış olduğu katkıdan
bahsediyorum. Yani soyut bir katma değer dünyasından yapılan zorunlu
yardımlardan bahsetmiyorum. Sen insan
olarak bilinçli olarak dayanışma
halinde olacaksın. Biliyorum
yazımın bu bölümü vaaz ve siyasi manifesto
tadında ama ne yazıkki başka
türlü izah edemeyeceğim.
Sevgili öğretmenlerimiz başımızın tacı,
nasıl tirafik kazası
olduğunda polisi çağırıyorsak, çocuğumuz zayıf
alıncada öğretmeni arıyoruz. Bundan
böylede eğitim sistemimizde,
öğretmen olmak isteyen insanların
daha fazla istihdam edilmesini
istiyoruz. Böye bir imkanı
tahsis etmek içinde, sosyal devlet kendini gereksiz birçok, devlet kurumundan
kurtarıp insanlara asgari bir
yaşam standardı sunmak zorunda. İnsanlarda bu
durumda kendilerine sunulan işler
arasından en uygun olanını seçip, hem
işinde verimli olacak hemde mutlu bir
vatandaş. Bu şekilde süpermarkette
kasada sırada beklerken gülen insalara rastlayacağız. Burda bahsettiğim şey bir
hayal yada kafası uçmuş esrarkeş düşüncesi değil. Avusturya'da ( ki Türkyide ki durum bundan biraz daha fazladır ) sosyal devletin işlemesi için gerekli olan , kurum
ve kuruluşlar ortadan kaldırılıp ordan edilen tasarruf ile, Avusturya'da yaşayan
herkese asgari bir yaşam standardı verecek para
ortaya çıkıyor. Böylece
insalar o devlet dairesinden bu
devlet dairesine şu resmi belgeyi
getirmek zorunda kalmazlar. Bu durumda evimi, işimi kaybederim korkusu olmayan emin bir vatandaş , stres
altındaki diğer vatandaştan daha faydalıdır. Böyle bir
ortamda, insana kalan zaman içinde
belki, toplum ve devlet için daha
faydalı bir eser ortaya
konabilir. Neyse ben verimlilik
teorisinden, değer üretmeye geçmeyeyim,
o konuyu daha sonra ele alırız.
Taxiciler
günü var mı bilmiyorum, ama olsaydı bile onu kutlamazdım. Sevgi ve
muhabbet ile andığım öğretmenlerimin ölenlerine rahmet kalanlarına da sahlik ve sıhhat diliyorum.
Abonnieren
Posts (Atom)
Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl 2020 Wien
Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl 2020 Wien 1- Für alle Wiener Schulen 2 Wochenstunden Angebot: Empathie, soziale Verantwortung ...
-
Kumardan nasıl kurtulunur? Bu başlığı atmamın sebebi bundan önceki yazıl ile çelişkiye düşmemek içindir. Bundan öncek...
-
Uber und Sklaverei 4.0 Ich bin Taxilenker und Opfer einer neuen Ära, die sich "Digitalisierung" nennt, im Grunde genommen ist ...