Samstag, 22. August 2020

50 Yıllık Misafirlik (5): Misafirlikten çıkmak için ne yapılabilir ?

 

50 Yıllık  Misafirlik (5): Misafirlikten çıkmak için ne yapılabilir ?


Avusturya'da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin çoğunluğunu muhafazakar seçmen oluşturuyor. Bu oran eğer Türkiyede % 50 ise Avrupa'da %70 civarındadır. Sonradan gelmesine rağmen ATIP en büyük organizasyon. Bundan sonra Mili Görüş gelir, daha sonra Türk Federasyonu, Hizmet hareketi ve diğer küçük gruplar. Bunu Feykom, Aleviler, Solcular ve Kemalistler takip eder. Bu vermiş olduğum veriler herhangi bir saha çalışmasından değil temsil ettikleri kurumların sayılarına göre yapıldı. Şimdiye kadar görmezden gelinen kalabalık bir muhafazakar kesim Türkiye'den etkilenerek burda da politize oldu.

Burda yapılması gereken, bu göçmenlerin  kendilerini ifade etmesi. Bunun içinde göçmenlerin Sanatta, Akademide, Medyada ve Siyasette daha görünür olmaları gerekiyor. Var Olan Diskurs'u aşmaları çok zor. Bunun için kendi Diskurs'larını oluşturacaklar. Bu Avusturya'nın göçmenleri suçladığı Paralel toplumun oluşması demek. Eğer bir toplum bir Diskurs'a giremiyorsa, kendisi zaten otomatik olarak kendi Diskurs'unu oluşturur. Avusturya televizyonunda göçmenlere hakaret olsun diye 1960'li yıllardan kalma “Vatan Gurbet Vatan” ( Heimat Fremde Heimat) diye bir program haftada bir saat gösterilmektedir. Çok şükür ki gelişen teknoloji sayesinde göçmenler alternatif  programları seçebiliyorlar.

Güç dengelerinin bu  kadar asımetrik olduğu ve Aktörler arasında bir diyalog sorunu  olduğunda Diskursu etkilemek daha da  zor oluyor. Sonuçta  göçmenler  toplumda, medyada, siyasette sürekli suistimal edilen bir  obje oluyor. Öyle  zor  bir durum ki Avusturya siyasetinde  hiçbir siyasetçi seçim öncesi bile hiç bir türk yada  müslüman toplumu ile birlikte aynı fotoğraf karesi içinde bulunmak istemiyor. Daha SPÖ düne kadar kendi türk kökenli adayları için bastırdıkları türkçe broşürlerden utanıyordu. Avusturya siyasetinde ki kolonial zihniyet  değişmeden bu  Diskurs  zor değişir. İşte  böyle  zor  durumlarda eğer  yeteri  kadar kaynağın,  imkanın  ve  personelin  yok ise Diskursu  etkilemek için iyi düşünülmüş, Avusturyadaki  medya ve siyasetin  görmezden gelemeyeceği, hatta  birçok Avusturyalıyı  şaşırtan, şoka eden projeler,  siyasetler  yapılır ise; o zaman  hem az bir  insan kaynağı, hemde  az bir bütçe  ile büyük bir etki  elde edilebilir. İşte  o  zaman türkler  ve  müslümanlar Avusturya Diskurs’unun  içine  bir meteor gibi  düşerler. Eğer dağ sana gelmiyorsa senin dağa gitmen lazım. Mesele Avusturyadaki  Türk ve müslümanların Avusturyalılar  tarafından bir aktör  olarak  tanınması. Bunu yapmak için içinde yaşadığın  toplumun, siyasetin  ve birazda  dünyanın nabzını  tutman  gerekiyor. Siyaset  somut sorunlar  için çare  aramaktır. Onun  için  siyasette pratik  olana  bakılır.

İGGÖ başkanı Ümit Vural Ayasofya'nın  hem Cami hemde Kilise  olarak  kullanılmasını  söyledi,  Avusturya'da yaşayan bir dini azınlık olarak elbette  kendi İbadethanelerini düşündü, Allahın ayetini hatırladı ve islamın barış dini  olduğunu  bir kez daha  gösterdi. Aslında talebi  yapıcı ve birleştirici idi, Avusturyada huzur  için yaşamak isteyen bir  insanın tepkisi  idi  bu  ve  Var Olan Diskurs’un içine çok hoş bir seda  olarak düştü. Elbette vicdan sahibi  Avusturyalılar  bunun farkındalar.  50 yıldır  Hristiyan bir  çoğunluğun  içinde yaşayan türkler  çok şey  öğrendiler bunlardan en önemlisi azınlık  olmayı  öğrendiler. Buda  insanı empati yapmaya ve demokrat yapmaya  yönelten bir tecrübe. Ne yazık ki Türkiye'de azınlıkların durumu hiç müslüman bir iktidara yakışır gibi değil; Rum Ortodox  kilisesinin, 1972 yılında  Juntacı generaller  tarafından  hiç  bir kanuna dayanmadan kapısına  kilit vurdukları  Ruhban  okulu  hala kapalı. Keşke  okul açık  olsada  dünyada ki bütün Rum  papazlar  istanbulu görüp,  istanbul'u tanıyıp, istanbulda dini eğitimlerini  alıp sonra memleketlerine dönselerdi mutlu bir şekilde,  daha  iyi  olmaz mı ? İGGO Ayasofya  hakkındaki  görüşlerini Patrik Bartelemous  iletirse  eminim kendisi  çok  mutlu  olur. belki  Viyanaya  gelir İGGÖ’nün  misafiri olarak. Burda beraber Kardinal ile birlikte akşam yemeği  yenir, bir konferans yapılır:”21 yy dini azınlıkların durumu” diye, sonra  hem Arapça  hem Rumca  hemde Latinca  ilahiler  okunur bütün din adamları dünyada  barış  için dua ederler. Böyle  bir etkinlikten sonra  eminim Avusturyalıların en azından önemli bir  bölümü  artık İGGÖ  hakkında  anlatılan gazete haberlerine, bilimsel safsatalara itibar etmezler. Avusturyada siyasetin manipüle etmeye çalıştığı  “siyasal  islam” diskursunu nötralize eder, anlamsızlaştırır.

Son Halife Abdülmecit efendi Sultan II Abdülhamid'in dizinin dibinde büyüyor. Altı tane dil biliyor , piyano çalabiliyor ve çok iyi bir  Ressam, kendisi Nü resimleri de ciziyor. Avusturya'da yaşayan türkler  50 yıldır yaşadıkları  toplumda bu özelliklerde  olan bir  insan yetiştiremedi, belki imkanları yoktu, belki bilgileri yoktu, belki paraları yoktu. Şimdi ama Avusturyada ekonomik  olarak büyümüş zengin  insanları var. Bu iş insanları bir araya gelip . Abdülmemcit efendinin  resimlerini Avusturyaya getirilip  6 aylığına  Hofburg’ta sergileyebilirler. Bu süre  içinde  Abdülmecit efendi  hakkında: konferans, seminer, yarışmalar düzenlenir.  Halife nedir ? Neden geldi? neden kalktı ? Acaba kalkmasa  daha  mı  iyi olurdu? diye  sorular sorulur  Diskursa? Avusturyalıların eğitimli  olanların dışındaki insanlar  Halifeyi tanımazlar. Viyanada böyle bir sergi Avustruyalıları şaşırtacaktır, müslümanaları daha çok şaşırtacaktır.

Avusturya'da kurulan göçmen  kökenlilerin  ağırlıkta olduğu siyasi  partiler, çok  önemli bir  misyonu gerçekleştiriyorlar. Bir demokraside  kalite azınlıkların hakları ile orantılıdır. Demokrasinin turnusol kağıdıdır azınlıklar eğer azınlıklar yaşadıkları ülkede memnun ve huzurlu  iseler ve adalet içinde yaşadıklarını düşünüyorlar ise  işte  orası  demokratik bir ülkedir. SÖZ partisi  çok doğru bir  hareket yaparak var olan siyasi partilerin sahte demokratlıklarını bir kenara atarak kendi iradelerini daha yaşanabilir bir viyana  için ortaya  koydular.  Azınlıkların, ezilmişlerin haklarını savunmak için yola çıktılar. Avusturyada siyasette  ciddiye alınmak istiyorlarsa  Türkiyedeki  azınlıklar ve onların siyasi örgütleri ile  kontağa geçmesi  lazım. Eğer SÖZ  partisi HDP ile  beraber  ortak bir Forum (Podiumsdiskussion) yaparsa: “Azınlıklar ve Kimlik  politikaları”  hakkında . Avusturyadaki bir çok  insan merak edip  bakar  burda ne oluyor diye? İşte  o zaman milyonlar  verip müdahale edemeyeceğin Diskurs’un  içine  girersin, SÖZ partisi bu şekilde diskursu belirlemiş olur. Favoriten semtinde yaşanan şiddet ve  çatışmayı aklı selim  ile beraber,  irade koyarak çözmeye  çalışırsa  işte o zaman Avusturya siyaseti tarafından ciddiye  alınır. SPÖ kürtleri destekliyormuş gibi  görünüyor ama türklerin ezilmesine ses  çıkarmayınca ciddiyeti  kalmıyor, ama güçlü  olduğu  için bu çelişkiden etkilenmiyor. SÖZ partisi HDP  ile  Avusturya'da  yaşayan gençlere yönelik bir senelik bir Seminer başlatabilir bu seminerde  gençler eğitimli  pedagoglar tarafından eşlik edilerek: “Türkiyede  barış  mümkün mü?” sorusunu araştırırlar Bu barış semineri  kimseyi bağlayıcı olmasın, buradaki amaç sonuçta bir bildiri yayınlamak değil, birbirini tanımayan gençleri kontrollü bir şekilde  bir arada  konuşmasını sağlamak.  Barış düşman  ile yapılır, dostun zaten senin dostundur, Eğer siyasi  partilerin bir görevi varsa  oda toplumsal barışa  katkıda bulunmaktadır. SÖZ  partisi böyle bir  projeden sonra  Avusturya Diskurs’unun içinde  bilinen takdir edilen bir  aktör  olur. Belki  bu yapılan  Türkiyeye hatta  başka  ülkelere ilham  olur.

Viyana belediyesi Muhammad Asad adına bir gezi  yolunun adını verdi, Muhammad Asad Viyanada yetişmiş ve yaşamış bir intellektüel  olarak, bir dünya vatandaşı. Bu şekli ile Viyana belediyesi  Avrupada ve Avusturyada tek çok  özel bir  konumda buda  tarihi tecrübelerine ve demografik yapısı  ile  alakalı. Müslümanların en  önemli dini bayramı Ramazan ayıdır,  üç ay  önce başlanır gelişi  sonra bir  gürültü, bir  şenlik  ile  başlar sonra  ortasına gelince alışırsın Oruca, sonra birden hüzün  ile biter. 2020 yılında ağız tadı ile bir ramazan yaşamadık. Ama inşallah bir daha  ki ramazan da  İGGÖ bir ramazan çadırı  organize etse  hemde Viyana belediyesinin  önünde  o zaman  Viyanalılara hem ramazanı,  hem  kendimizi  göstermiş  oluruz. Artık bu şehirde  ramazan Avusturyalı olur. Bir ay boyunca her şey akşam gün  batınca  başlıyor,  tabi böyle bir ramazan çadırında elbette, islamın bütün çeşitliliğini, zenginliğini, güzelliğini  gösteren, etkinlikler, ve programlar  ile  Avusturyalıların ağzında hoş bir  ramazan tadı  kalsın. İşte  o zaman bir daha ki Ramazan programını Kronen  gazetesinde  Ramazan özel eki  olarak  okuyucularına  sunar.




Abdülmecit Efendi: Haremde Goethe, 1898/1917, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi

Kaynak:Wikipedia

 

 


Donnerstag, 20. August 2020

50 Yıllık Misafirlik (4): Ev sahibinin sıkıntıları

 

50 Yıllık  Misafirlik (4): Ev sahibinin sıkıntıları


1960 yılında SPO ve ÖVP'nin seçmen kitlesi seçime katılan kesimin %90'nina  tekabül ediyordu. Avusturya cumhuriyeti  kurulduğundan bu yana ülkedeki siyasi partiler sürekli bir çatışma halinde idi. Türkiye'de CHP ile özdeşleşen tek parti döneminde  (1918-1950 arası) Avusturya'dan iki Diktatör geçti. 1934 yılında ÖVP'li Şansölye Dollfüss Başbakanlığında  bir kanlı bir darbe yaparak Sosyal Demokratları susturdu. Dört yıl süren iktidarı Hitlerin yolladığı bir kiralık katil ile bitti. Parlamentoda kurşunlanarak ölen Dollfüss'tan sonra Hitler geldi ve 1945 yılına kadar Avusturya'da hüküm sürdü. İkinci Dünya savaşında Faşist iktidarların kaybetmesinden sonra Avusturya 1955 yılına kadar işgal altında kaldı. Bu süre zarfında galip devletlerin gözetiminde uyum siyaseti yapmaya başladılar Orantılı yönetim ( Proporz Regierung ). Bu şekilde seçim sonuçları ne olursa olsun her parti, her meslek dalında yada makam veya mevkide kendi payına düşen işleri ve görevleri kendi seçmenlerine dağıttı. 1960 yılında halkın % 90'ni bir partiye üye olduğundan siyasi meşruiyet eşit dağıtılıyordu. 2020 yılına geldiğimizde ama iktidarı yöneten iki partinin son seçimde aldıkları oy oranı % 51.4, yani kıl payı yönetiyorlar, hemde 1960 kurallarına göre. Avusturya ve Avrupa'da yaşanan sorun bundan ibaret. Bir tarafta Avusturya'da yaslanan bir kesim var, çok kısa sürede emekli sayısı birden artıyor. Avusturya Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü ( Wirtschaftsforschung Österreich) Avusturya'nın Emeklilik sistemini ayakta tutabilmesi için, her yıl 26.000 işçinin Avusturya iş piyasasına girmesi gerektiğini söylüyor. Yani ülkenin yeni göçmenlere acilen ihtiyacı var. Durum Avusturya'daki savaş sonrası oluşan siyasi yapının değişen sosyolojik kitleye rağmen aynı kalmasıdır.


Avusturya siyaseti dış politikadan her zaman etkilenmiştir. Avusturya Birinci Dünya Savaşı bitince 1918 St. Germen antlaşmasında Almanya'ya bağlanmayı talep etti. Fransa ve İngiltere'nin itirazı üzerine bu talebinden vazgeçti. İsminin Deutsch-Österreich ( Alman Avusturya ) olmasını talep etti, buda reddedildi. Hiç kimsenin istemediği bir cumhuriyet olarak kuruldu. Kendi yakın tarihi ile Türkiye gibi tam olarak yüzleşemedi. Bundan dolayı da göçmenler politikasında hala tökezlemektedir. Avusturya'nın 1955 deki Kuruluş Anlaşmasında ( Staatsvertrag; Avusturyalıların Lozan Antlaşması) belirtilen azınlıklara karşı sürekli bir inkar ve asimilasyon politikası uygulandı. Kärnten eyaletindeki Slovenlerin iki dilli trafik  tabelası sorunu 2011 yılında çözüme bağlandı. Avusturya ırkçı partisi FPÖ'nun efsanevi lideri Jorg Haider iki dilli trafik tabelası siyaseti ile, birinci parti oldu. Anayasada koruma altında olan, kendi azınlıklarına karşı baskı uygulayan bir devlet, göçmen işçi olarak gelmiş insanlara nasıl davranır acaba? Sürekli başında bir sorun olarak gösterilen, azgelişmişlik ve bağnazlığın genetik olarak aktarıldığı, bir göçmen kitlesi ne talep edebilir? Toplumsal, insanı , demokratik haklarından önce, Oturum yasası ile uğraşmaları gerekiyor. Birde sürekli dışlandıkları bir toplumda neden uyum göstermedikleri hakkında bilimsel şaheserler dinlemek zorundalar. Bütün bu zorluklara rağmen, Müslüman göçmenler, o yanlarında getirdikleri inançları ile hayata sımsıkı  sarıldılar. Burda yeraltında camiler yaptılar. İşçi olmaktan işveren oldular. Toplumun içinde hem sosyal olarak hemde ekonomik olarak uyum sağladılar. Sıra Avusturyalıları entegre etmeye geldi.  


Avusturya'ya göçmenler genellikle kırsal kesimden, fakir halktan geldi. Aslen Avusturya'da kurulan ilk derneklere bakarsanız Avusturya (St. George) liseliler derneği en eskisidir. Bu dernek ama buradaki yaşayan göçmenlerin içinde küçük bir grubu temsil eder. Avusturya'da yaşayan göçmenler Türkiye'deki sosyolojik yapıyı aynen burda da gösterirler. Her darbe döneminde yeni bir göçmen dalgası geldi Avusturya'ya bu süre içinde klasik köylü göçmenin yanında siyasi, olanlarda geldi. Bu siyasi göçmenlerin bir kısmı sol görüşlü idi. Bu sol görüşlü göçmenler Avusturya'daki hem Yeşiller hemde Sosyal Demokratlarda çok çabuk uyum sağladılar. Ama asıl seçmen kitlesi olan muhafazakar göçmen şimdiye kadar görmezden gelindi. Siyasi partiler kendi beğendikleri Türk adayları göçmenlere sundular bunların arasından seçin birini diye. Şimdiye kadar muhafazakar göçmenleri temsil eden bir politikacı çıkmadı daha. Avusturya'daki siyasi partilerin aday gösterirken kendi önyargılarını projeksiyon yapacakları bir Gönüllü ayrılıyorlar. Seçtikleri bu kriter göçmenler arasında yozlaşmaya sebeb oluyor. Kariyer yapmak ile kendinden nefret etme arasında kalan birçok göçmen; Efgani Dönmez, Ednan Aslan gibi bir tür siyaseten tüketilen bir ürüne dönüşüyor. Bu şekilde piyasaya çıkan Türk siyasetçiler. Avusturya'daki kitlesel siyasi söylemi birebir üstlendiler. Yeşiller partisinde yani Sol Liberal bir partide Milletvekilliği yapan Efgani Dönmez, çıktığı ilk günden beri sürekli oryantalist bir söylemle skandal üstüne skandala imza attı. Kamusal alanda başörtüsü yasağını savundu, Minareyi iktidar sembolü olduğu için reddetti, Ak parti taraftarlarını tek yön bilet ile sınır dışı etmeyi teklif etti. Bu şekilde de Avusturya medyasında her zaman fikri alınır bir uzman oldu. Sonunda twitter da kadın düşmanı sexist  bir paylaşımdan sonra siyasi kariyeri bitti. Bu iki örnekte ne yazık ki manidardır; Avusturyalılar bu iki örnek karaktere bakıp  türkleri değerlendirmesinler  lütfen. Türklerin büyük kısmı; siyasiler  istedi diye bilimsel ahlaksızlık yapmazlar ve  göçmen erkeklerin büyük kısmı kadınlara Efgani Dönmez den çok daha saygılı davranırlar.  


Avusturya devleti göçmenlerin uyumunu ölçerken Avusturya medya ve siyasetine olan ilgisi ile değerlendiriyor. Eğer siyaset aktif olmak ise ki doğru bir tespit. Buradaki Müslümanlar ama kendilerinin müdahale bile edemedikleri  bir Diskurs  makinasının içine giremiyorlar, girmek de istemiyorlar. Avusturya Bilimi, Siyaseti ve Medyası burda yaşayan göçmenleri temsil etmeyen bir yapıya sahipler. Siyasetin genel olarak halk nezdinde meşruiyetinin düşmesinin yanında yeni oluşan neredeyse halkın 1/11'sina tekabül eden müslüman kesim hiç temsil edilmiyor. Bu temsiliyet sorunu doğal olarak diğer sorunları beraberinde getiriyor.    

 

 

Avustruyanın 1934-1938 yılları arası Devlet Arması imparatorluk sembolu olan çift başlı kartal, Katolik ikonografisinin azizlerini temsil eden  kursal daire içinde. Kendine Ständestaat ( Lonca Devleti ) diyen bakanlarının yarıya yakını Kardinal olan. Anayasasında Kursal Ruha ve  incile yemin eden bir Devlet vardı, 4 yıl yaşayabildi. Sonra daha çılgın başka bir diktatör tarafından ortadan kaldırıldı 1938 yılında.

 

Kaynak:Wikipedia 


 

 

 

 

 

 




Montag, 17. August 2020

50 Yıllık Misafirlik (3): Misafirlikten çıkış denemesi

 

50 Yıllık  Misafirlik (3): Misafirlikten çıkış denemesi

 

1972 yılına gelindiğinde kısa bir süreliğine gelip para kazanıp dönmeyi hayal eden göçmenler, bunun o kadar kısa sürmeyeceğini gördüler. ilk önce yavaşça ailelerini getirdiler. O zamana kadar işçi yurtlarında ( Arbeiter Wohnheim) yaşarlarken. Artık aileleri ile birlikte şehrin içine halka karışmaya başladılar. İlk başlardaki sayılarının azlığı ile Avusturya'lılar için egzotik bir tecrübe olan göçmenler, daha sonraları bir problem olmaya başlayacaklar. Burda bir süre daha kalacaklarının anlayan Müslümanlar burda kaldıkları süre zarfında en azından hem kendilerine hemde ailelerine lazım olan camilerini kurmaya başladılar.


Dernekler, Camiler, sayıları arttıkça artık müslümanların bir adım daha ileri gitmeleri gerekti. 1979 yılında Avusturya'da bulunan Boşnak bir Müslüman olan Smail Balic tarafından, İslam Kanunu yeniden aktif hale getirildi. İGGO yani Avusturya Diyanet işleri  müslüman göçmenlerin sahip  oldukları kendilerini Avusturyalı  hissettikleri ilk resmi  kurum. Ne yazık ki Avusturyadaki türk ve müslüman göçmen kitlesinin kendi içinde demokratik bir gelenek ve zihniyet  kuramamış olmasından dolayı İGGO’de son yıllarda değişen demografik ve sosyolojik realiteden sürekli  uzaklaşıyor. Doğal  olarak Avusturyadaki dernek ve camiler  kendi  potansiyellerini  kullanamıyorlar kendi içlerinde bulundukları  finansal sistem yetenekli, yaratıcı  insanların karar  veren makamlara  gelmelerine  müsaade etmiyor. Bu sorunu aşmanın tek yolu dernek ve cami içinde şeffaf ve demokratik bir yapı  kurulması gerekiyor. Ancak bu şekilde  Avusturyadaki  türk ve müslüman dernek camileri kendi içlerinde  kaynaklari , imkanlari  harekete  geçirebilirler. Varolan sistem kendini finanse ettiği  sürece devam edecektir onun  için kötü  yönetilmek  yada  kaynaklarını doğru  kullanmamak özel bir şirket veya dernek  için suç teşkil etmez, benim  burda  bahsettigim sadece  gözlem ve tavsiye. Elbette Avusturyada SPÖ ve ÖVP, partileride  kendi  potalsiyellerini  kullanamıyorlar,  geçmişi, geleneği olan  partilerinde  çıkarabildikleri siyasetçi  profili  sorunun sadece  göçmenlerde değilde Avusturya siyasi sisteminde de  olduğunu  gösteriyor.

 

Avusturya'da  Siyasi partiler  kendi aralarında sadece göstermelik  göçmen siyasetçileri  alarak bir şekilde  burda yaşayan insanlara  hakaret ediyorlar. Varolan bir siyasi partide  ortak bir aday  üzerinde  anlaşmak  hiçbir getirisi  olmayan bir siyaset sadece seçime  aday  olarak katılan kişiye bir faydası oluyor ve  Avusturya da siyaseten çok değerli olan zaman  ve  imkan boş yere harcanıyor.


İGGO  Avusturya siyasetinde  bir aktör  olarak  hareket edebilmesi için  kendi  içinde  yeteri kadar demokratik  ve şeffaf olması  gerekiyor; çünkü zaten kötü  bir imajı olan bir azınlık türkler ve  müslümanlar.  siyasi gücleri yok , ekonomik  olarak, kültürel olarak zayıflar  bu durumda en mantıklısı Avusturya siyasetinde  söz  söyleyebilmek için ahlaki  üstünlüğü savunması gerekiyor. Bunun  içinde  kendisinin öncelikle şeffaf ve demokratik  olması gerekiyor ki, ayni seffafliği demokratlığı diğer siyasi  aktörlerden de  bekleyebilsin.

 

Avustralya'da yaşayan ve varolan siyaset ve kurumlar  tarafından temsil edilmeyen  önemli bir oranda eğitimli, vicdan sahibi  klasik  kalıplardan bıkmış  somut  çözümler  arayan düşünen bir seçmen kitlesi var  ve  bu  alttan gelen dip dalga elbette   siyaset tarafından fark edilmekte.

Avrupa'ya çalışmak için gelen Göçmenler; dilini bilmedikleri, anlamadıkları bir dünyada ve kültürde, hayata tutunmak için inançlarına sarıldılar. İnançlarını sadece bireysel olarak değil aileleri ve diğer inananlar ile birlikte yaşamak istiyorlardı. Bu şekilde hem organize oldular hemde görünür oldular. İşte aslında tamda göçmenlerin sanki burda kalıcı olduklarını gösteren tutumlarından sonra Avusturya'da ırkçılık yeni bir boyut  kazandı. Misafir olarak gelmişlerdi ama gitmeyi şimdilik düşünmüyorlardı.

Göçmenler gelmeden önce şartlar koşan Sendika. İşçi dostlarını hep bir misafir olarak gördü. Misafir oldukları içinde 2004 yılına kadar yabancıların Sendika'da seçilme hakları yoktu. Avrupa birliğine girdikten sonra Avrupa Anayasa Mahkemesinin ihtarları doğrultusunda göçmenlere seçilme hakkı verildi. Aynı sendika 80'li yıllarda meslek eğitiminde Avusturyalıların ilgisinin az olduğu alanlara göçmenleri yönlendirdi. Bu şekilde sahip oldukları sendikalı seçmeni tatmin etmeye çalıştılar. Asla göçmen seçmenleri kendilerinden göremediler hala da göremiyorlar. 2009 yılında bizzat katılmış olduğum Work&Migration birimi tam bir ayrıştırma politikasıdır. Sürekli farklı olduğunu dört nesildir burda yaşayan bir Viyanalı'ya hatırlatırsan oda kendisini asla Avusturyalı hissedemez. Göçmenler yeni bir sosyolojik kitle olarak Avusturya'ya geldiklerinde en alt kesim olna işçi (Proleteriat) kesimininde daha ucuz ve kalitesiz  işlerde çalışarak, işçi kesiminin yeni orta sınıf olmasına sebeb oldu. Bu yeni orta sınıf Avusturyalı olmak gibi doğuştan gelen bir üstünlüğe sahip olduğu için, bu ayrıcalığını korumak istiyor. Bu ayrıcalık ancak göçmenlerin belli bir iş ve maaş sınırında kalması ile mümkün. Değişen demografik yapıya rağmen , eski olanı  muhafaza etmek için, kimlik bir siyasi söylem olarak kullanılmaya başlanıyor. Bunun en bariz örneği Avusturya siyasetinde Mültecilerdir. Bir ülkenin en değerli doğal kaynağı insandır. 50 yıldır süren bu siyaset artık iflas etmiş durumda. Avusturya'daki bu işçi (Proletariat)  kesimi genel olarak SPÖ ve FPÖ'de yoğunlaşmış durumda.  

 

 

 

 Max Frisch: „es wurden Arbeiter gerufen/doch es kamen Menschen an“,

 





Samstag, 15. August 2020

50 Yıllık Misafirlik (2): Ev sahibinin hali

50 Yıllık  Misafirlik (2): Ev sahibinin hali

Birinci Dünya savaşından sonra yapılan 1918 St. Germen ve Versailles antlaşmaları ile Almanya ve Avusturya ağır bir tazminat ile cezalandırıldı. Bu antlaşmaya İngiliz  heyetinde diplomat olarak katılan ünlü ekonomist Keynes , yapılan anlaşmanın bir barış antlaşması olmadığını bundan sonra çıkacak yeni bir savaşı garanti ettiği belirtti. Adaletsizlik barışı  getirmez, yalnızca eski kini körükler. İkinci dünya savaşından sonra galip devlet Amerika, cezalandırmak yerine yardım etmeyi seçti. Savaş sonrası Amerika'nın Maliye bakanı Morgenthau'nun teklifi ile Almanya'yı, bir tarım ülkesi yapmayı düşündüler. Bu plan Sovyet bloğunun tehdidi altında kalan bir batı için, hiç de kabul edilir bir ihtimal olarak görülmedi. Marschall yardimi ile savaş sonrası yıkıma uğrayan bütün batı yanlısı ülkeler, desteklendi. En cok yardımı Almanya aldı, en çok yıkımda orda bulunduğu için. İkinci dünya savaşından sonra soğuk barışında etkisiyle, bir normalleşmeye geçildi. 1960 yılına gelindiğinde Avrupa sanayisinde iş gücü açığı ortaya çıktı. Savaş sonrası homojenleşen ülkelerin, kendi başlarına sorunların üstesinden gelemeyeceği anlaşılınca, başka ülkelerden iş gücü ithal edildi. 

Durum kapitalist batı Avrupa'da böyle iken Sovyet Rusya'da farklı değildi. Sovyet bloğu da kendi ihtiyacı olan ucuz insan gücünü sosyalist kardeş devletlerinden ithal etti. 1960 yılında Almanya resmen yabancı işçi almak için kanun çıkardı, ve sırası ile İtalya  (1955), Yunanistan (1960), İspanya (1960), Fas (1963), Türkiye(1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) und Yugoslavya (1968) ile İşgücü Anlaşması imzaladı. Bu gelişmeye Avusturya 1961  yılında Olaf-Raab Antlasmasi ile  katıldı. Aynı şekilde Türkiye ile 1964 yilinda Misafir-İşçi  (Gastarbeiter) anlaşması  yapıldı. Bu antlaşmaların en önemli yanı Avusturya'nın Türkiye'de bizzat İŞKUR olarak şube açmasi  ve kendisinin işçi alımını takip edebilmesi idi. Avusturya 1972 yılına kadar Türkiye'de direkt olarak, işçi alımını kontrol etti. Bu şekilde bürokratik bir çok formaliteyi aşan Avusturya kendi iş piyasasının talepleri doğrultusunda, reklam ve tanıtım yaparak işçi göçünü yönetti. Bu sürede ikili olarak karşılıklı imzalanan antlaşmalar ile, işçilerin hak ve özgürlükleri garanti altına alındı. 


Bu misafirlik başlamadan önce Türkiye'de, 1960 yılında bir askeri darbe yaşandı ve seçilmiş hükümet bir grup Albay tarafından tutuklandı. Başbakan ve iki Bakanı suçlu bulunarak idam edildi. Kuruluşundan  1950 yılına kadar tek parti ile otoriter bir şekilde yönetilen Türkiye'de ne bir özgür basın nede bağımsız bir muhalefet vardı. Böyle bir ortamda ne gelişme nede ekonomik refah mümkündü. 1960 Askeri darbesinden bir yıl sonra tekrar seçime gidildiğinde görüldü ki, halk yine aynı partiyi farklı isim altında seçmişti. Darbeden sonra yaşanan ekonomik ve siyasi buhranda Avrupa'nın bizzat Türkiye'ye gelerek işçi almaları, bu umutsuzluk ortamındaki anadolu insanına bir çare oldu. Bu sürece benim babam dahil, birçok fakir insan katıldı. Kimisi köyünü bile termekmeden, dilini, adetini, bile bilmediği gurbet ellerine, çocuklarına daha güzel bir gelecek  kurmak için yola çıktılar. 


Avusturya göçmen işçi alımında , komşusu Almanya gibi hareket etmek istiyordu. Özellikle Sanayiciler Birliği ( Industiriellen Vereinigung) gelişmeleri için, ucuz iş gücüne ihtiyacı olduklarını biliyorlardı. İşte tamda bu noktada Avusturya'daki Sendika sermayenin bu talebine ilk karşı çıkan oldu. Çünki sermaya iş piyasasına yeni işçiler getirip, çalışma ücretini baskı altına alarak Sendikanın pazarlık payını düşürebilirdi. Kendi gücünü kaybetmekten korkan Sendika, ilk önce karşı çıktı, ama hem diğer Avrupa ülkelerindeki gelişmeleri görmeleri hemde Sanayiciler Birliğinin kararlılığı sayesinde, ancak belirli şartlar yerine gelirse, göçmen işçi getirilmesini kabul edeceğini belirtti. Olaf-Raab Antlaşması olarak tarihe geçen, bu antlaşmayla Avusturya'daki Sosyal Dayanışma ( Sozial Partner) Sendika ve Sanayiciler Birliği ortak bir karar alırlar. Bu antlaşma içinde önemli olan üç madde idi. Birinci olarak gelen göçmen işçiler sendikanın talebi üzerine, ancak 1 sene Avusturya'da çalışabilecek, sonra tekrar geri dönmesi gerekecek. Bu şekilde bir rotasyon olacak, hiç bir göçmen işçi bir seneden fazla kalamayacak. İkinci madde de göçmen işçiler en az bir Avusturya'lı kadar maaş alacak, bu şekilde ucuz işçi baskısı piyasadan uzak duracak. Üçüncü  olarakta eğer işveren işçi çıkarması gerekiyorsa, ilk önce göçmen işçiler çıkarılacak. Sendikanın talep ettiği bu şartları Sanayiciler Birliği kabul etti ve 1963 yılında ilk göçmen işçiler Avusturya'ya geldi. Bu sahneleri en güzel açıklayan resim Tren istasyonlarındaki bandolu, müzikli, çiçekli karşılamalar olmuştur. 

Göçmenler kendileri hakkında böyle bir pazarlığın yapıldığından haberleri bile olmadan Avusturya'ya geldiler. Göçmen işçilerin tek istedikleri kısa sürede para biriktirip ailelerine, vatanlarına geri dönmek idi. kimileri bir ev için, kimileri başlık parası için, kimileri de bir traktör almak için gelmişlerdi. Sendikanın şart olarak öne sürdüğü üç talepten rotasyon maddesi ilk olarak kaldırıldı. Buna itiraz sanayiciden geldi. Göçmen işçiler bazen bir fabrikada bir tezgahı yada iş aletini öğrenmeleri 6 ay bir sene sürüyordu, ve bir işçiyi tamda performans alacakları bir sırada sırf rotasyon ilkesi nedeniyle geri yollamak istemiyorlardı. Sendika kısa sürede bu rotasyon talebinden vazgeçti. Ama diğer iki talebi hem kanun olarak hemde zihniyet olarak hala geçerlidir. 50 yıl sonra Türklerin hala sanki yarın gidecek bir misafir gibi görünmesinin sebebi bu zihniyettir. 




15. Temmuz 1927. Viyanada Temmuz ayaklanması olarakta  bilinir. Burgenland  Schattendorf köyünde sagci muhafazekar, mukaddesatci taraf  ile Cumhuriyetci; sosyalist taraf arasinda cikan silahli catismada bir savas gazisi birde cocuk ölür. Saniklar yapılan mahkeme sonucu suçsuz bulunur  ve serbest  bırakılır bunun  üzerine adalet için  toplanan insanlar  Adalet sarayını ateşe verirler. Çıkan çatışmalarda 89 sivil ve 5  polis  hayatını  kaybeder.

Kaynak: Wikipedia 



Donnerstag, 13. August 2020

50 Yıllık Misafirlik (1): Misafirlikten Önce

 

50 Yıllık  Misafirlik (1): Misafirlikten Önce 

Avusturya İkamet Kayıt Müdürlüğüne göre ( Meldeamt) bir kişinin en son kayıtlı olduğu ikametgahından, farklı bir adreste 3 gün kaldıktan sonra yeni kaldığı yere kaydını aldırması gerekir. Yani Avusturya'da her adres değişikliğinde vatandaş (Bürger) yeni ikametgahını resmi makamlara bildirmek zorundadır. Bu bildiriyi zamanında yapmamak cezai müeyyideyi getirir, ama para cezaları uygulanmamakta.Yani Avusturya resmi makamları misafirliğin en fazla üç gün olabileceğini söylüyor ama ne yazık ki Türkler hala 50 yıldır misafir konumundalar. Anglosakson gelenekte ise , vatandaşın böyle bir bildiride bulunması gerekmiyor. Sadece bir posta adresinin olması yetiyor. Bunun anlamı şu İngiltere'de vize almaya giden bir yabancı sadece son ödediği elektrik faturasını ibraz ederken, Avusturya ( ve dolayısıyla Almanya'daki ) bir Türk resmi makamlarca onaylanan bir kişisel takip belgesi götürmek zorunda. Kanunun bu bölümü Türkiye'de yaşayan vatandaşlar tarafından zor algılanabilir ama ulus devletlerin bütün dünyada bulabildikleri en son çare bu. İnsanlar kağıt üzerinden eşit vatandaşlar oluyorlar ve siyasi iradenin karar verdiği bir kanun sürecinden ve yine siyasi iradenin bahşettiği bir vatandaşlık kimliği alıyorlar. Tabi Avrupa gibi yaşlanan ve bunun yanında çok genç bir göçmen nüfusu olan bir sosyolojide vatandaşlık sanki Ancien Régime'im yok olmaya direnmesi gibi geliyor. Yabancıların genelde Türklerin de özelde ulaştıkları 50 yılın sonu burası. Yazıya bu şekilde başlamamın sebebi karamsar bir tablo çizmek değil. Ben bu yazıda nerden nereye geldiğimizi biraz anlatmak istiyorum. Böylece bu tarihsel anlatıyı herhangi bir istatiksel veri olarak değilde, bir tarih felsefesi kritiği yapmak istiyorum. 

Misafirlikten önce

İlk önce bu misafirliğin nasıl başladığını bilmek gerekiyor. Ortalama bir Avusturyalı veya Türk'ün tarihsel bilgisi Viyana kuşatmasını geçmez, ve kuşatma hakkında bilinen Galatı Meşhurlar ise iki taraftada senelerdir hiç değişmedi. Bu karmaşık muammada birçok insan komşuları olan Türkleri kuşatmaya gelen Türkler zannediyorlar. Bu bahsetmiş olduğum kitle gramofonu kullanmış bir nesil değil, bizzat Avusturya' nın ikinci büyük muhalefet partisinin FPÖ, ırkçı partinin seçmen kitlesi. Normal şartlar altında her medeni ülkede böyle siyasi taleplerin ilk önce halk tarafından itici bulunması, sonra toplum tarafından itibar görmediğinden karikatürize olması gerekiyor. Ancak bu sürecin sürekli gündemde tutulması için Eğitim, Siyaset ve Medya ayağı ile oluşan bir Diskurs'a ihtiyaç var. İlk başta açıklamaya çalıştığım İkametgah belgesi zorunluluğu Alman topraklarına haiz bir algıdır. Avusturya da Hristiyan olduğunuz için bir belge alırsınız, o belge olmadan Katolik olamazsınız. Ayrıca Avusturya'da müslüman olduğunuzuda belgelemek zorundasınız, burasını anlamak belki Türkiye'de yaşayan insanlar için zor gelebilir, bu gayet doğaldır, çünkü cumhuriyet kurulmadan önce osmanlıda da Millet sisteminde yaşayan insanlar kendi cemaatleri tarafından sayılıyordu. Bir sürü felaket ve yıkımdan sonra Avrupalıların Türklerden talep ettikleri gibi çok kültürlü, dinli ve dilli osmanlı tek kültürlü, kimlikli, dilli olan bir homojen yapıya getirildi. Çünkü modernitenin ortaya çıkardığı Avrupa'lı sömürgeci ulus devletler, osmanlıyıda kendilerine benzemeye zorladılar. İmparatorluk her canlının yaptığı refleksi yaptı kendini savunmaya geçti. Parçalanma korkusu osmanlıda Karlofça antlaşmasından  beri vardır aynı refleks Avusturyada da mevcuttur. Halkın yakın hafızasında bulunan ama 1912 Balkan felaketidir. Sonuçta kuruluşunda 11 Milyon olan bir ülkenin 7 milyonu Misaki Milli sınırlarının dışından gelmişti. İşin ama burda en kötü tarafı atalarının mezarının olduğu, içine doğdukları kendilere vatan bildikleri toprakları terk eden insanlar köklerinden koparıldılar. Artık burda müslüman olarak yaşayamacakları için, başka bir yere gitmek zorunda kaldılar. Bu ani göç sırasında ancak bir araba dolusu hatıra alabildiler yanlarına. 


1905 Avusturya Kosova Konsolosu Milletler Cemiyetinin ( Birleşmiş Milletlerin başarısız denemesidir, 2 Dünya savaşını engelleyemeyen bir kurum) 1876 Berlin Antlaşmasında doğan Avrupalı devletlerin nüfus sayımı işlemlerinde gözlemci olur ve ard arda yapılan 3 nüfus sayımını Viyana'ya bildirir. Bu nüfus sayımlarının ilkinde Kosova'da 50.000 Sırp Müslüman bulunurken üçüncü sayımda 3000'e düşüyor. İşte bu 47.000 kişi buhar olup kaybolmuyor, bir araba yük ile varoluş mekanlarını terkettiler. Yanlarında gelirken sadece yüreklerinde olan inançlarını getirdiler. Türkiye'de herkes onları Muhacir, Göçmen yada Boşnak olarak tanır, şimdi onlarda kendilerini Türk zannediyorlar. Yunan adalarında yaşayan bir kelime türkçe bilmeyen Rum müslüman ahaliyi, izmire göç ettirmek ancak şeytani bir zihniyetin ürünü olabilir. Bir kelime bile yunanca bilmeyen Karaman Rumları hala Yunanistan'a uyum sağlayamadılar. Kemalistler kürtçeyi yasaklarken, Yunan Cuntası sirtakiyi yasakladı, Yunan kültüründen değil diye. Böyle traumatik bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz bu göçün başladığı zamanlarda. İkinci  dünya savaşı yeni yaralarını sarmaya başlamış. Dünya iki bloklu sakin seyrine girmiş. 30 yıl süren ve kimlikler üzerinden yapılan bir yıkıcı savaş. İnsanlar dilleri, dinleri ve isimleri yüzünden topluca sürgün edildiler. Bir önceki Otuz Yil savaşı denen mezhep savaşlarında 1618-1648 Magdeburg şehri 26 kere din değiştiriyor. Bu olayın artık trajikomik boyutu, bu savaş sırasında insanlığın eriştiği şiddet Modernite denen günümüzün sistemini ortaya çıkardı. 

 

 

Zeitgenössisches Gemälde der Belagerung Wiens von 1683. Im Vordergrund das Entsatzheer von König Johann III. Sobieski in der Schlacht gegen die Osmanen, im Hintergrund die belagerte Stadt.

 Quelle: Wikipedia

 


 



Sonntag, 2. August 2020

Ey kendini Avusturya’da siyasete adamış Türk genci !

Ey kendini Avusturya’da siyasete adamış Türk genci !


Birinci vazifen her sene dünyada  yaşam kalitesi en iyi seçilen Viyana'nın  şanını  muhafaza ve müdafaa etmektir 


Bu vazifeni icra ederken   sana gaz veren senden görünen şarlatanlardan  sakın 


Bu mücadelede Dahili ve harici dusmanlarini unutma 


Bütün camilerin,  derneklerin hırs sahibi beceriksizler  tarafından ele  geçirilmiş olabilir. 


Seni temsil ettiğini söyleyen kişi, kurum ve kuruluşlar; gaflet, dalalet ve hatta ihanet içinde olabilirler 


İşte bu ahval ve şerait içinde  İşgal kuvvetlerinin sana sunduğu adaylara sakin inanma ve oy  verme 


Eksik de olsa "Orjinal" olana oyunu  ver 


Unutma muhtaç olduğun kudret Sacher torte nin içindeki çikolatada mevcuttur 




Haçlı seferlerinde  Avrupalılar müslümanları daha yakından tanıdılar 12. yy Avrupası islam dünyası ile  mukayese edilemeyecek bir seviyede. İslam medeniyeti şehirli bir kültür ortaya çıkardı ve bu kültür Cortuba'dan Semerkant'a kadar  olan bir coğrafyada tarihte eşine az rastlanır bir sinerji meydana geldi. Bir taş havaya atıldığında çıkabildiği en yüksek nokta aynı zamanda düşmeye başladığı noktadır.  Haçlı seferleri sırasında islam medeniyeti zirveye ulaşmış ve düşmeye başlamıştı Avrupalılar pusula, barut, sayılar ve  matematiğin yanında eleştiriyi (şerh ,gıyase) aldılar yanlarına. Avrupa'ya dönen haçlılar   kilisenin müslümanlar üzerine yapmış  olduğu   propagandayı dinlemediler dinleseler  önemsemediler. Kendi halleri üzerine düşündüler neden bu haldeyiz neden Hristiyanlar  geri kaldı? Müslümanlar  aldı başını  gittiler neden biz doğru inançta olmamıza rağmen böyleyiz? diye  soranları oldu tabi.


Bağnazlığın bol olduğu  memleketlerde  söz söylemek zordur. Böyle zor durumlarda  bile insanlar  muratlarını ifade etmeyi hep başarmışlar. Rönesansta  yeni bir yazı kültürü ortaya çıkmış  başı sansür yada kilise  ile sıkışan hemen suçu bir müslüman düşünürün üstüne atmış. Anlatmaya  korktuğu bir hikayeyi bir müslüman alım şöyle anlattı  diye yazmış. Cervantes Don Quichot yazdığında engizisyon ile başı belaya girince  kitabı kendisinin yazmadığını Endülüslü bir alimin yazdığını kendisinin tesadüfen bulup tercüme ettiğini söyler ve bu şekilde ölümden döner. Aslında Avrupa Rönesansı  bir şekilde  başkası üzerinden  kendini tanımaktır. Aslında başkası dediğimiz  içimizdeki ötekidir, aslında  sonuçta bir  bütün olarak düşünürsek elbette  ikiside tekdir. Ama kendine başkası  üzerinden bakabilmek çok zordur bir o kadar da değerlidir çünkü ancak o zaman kendinin göremeyeceğin bir açıdan bakarsın.


Avusturya'da siyaset yapmak isteyen  türk müslüman için birkaç  tavsiyem olacak. Siyaset seni seçmeyen insanları yönetebilme sanatıdır. Seni seçen insanlar senin tarafından yönetilmeyi kabul ettikleri için zaten  sorun yoktur. Asıl önemli olan seni seçmeyen insanlardır. Genelde seni seçmeyen insanlar bir  blok değildir değişik din, dil ve mutfak gibi kültürel, meslek, eğitim ve siyasi görüşler gibi sosyolojik  gruplardan  oluşur. Bu sosyo-kültürel yapılar  hem kendi aralarında  esnek, geçişken ve sürekli bir dinamizm  içinde değişir işte siyaset bu  noktada kendine kurduğun ittifaklar ve dostluklardır. Bu kuracağın  ittifaklar senin yeteneğine, zamana ve diğer aktörlere bağlıdır. Burda  en  önemli olan stratejik ve taktik  ittifaklarını, dostluklarını  iyi belirlemem gerekir.


Siyaset ikna etmektir. Korkutmak, kandırmak değildir. İnsanları ikna etmenin birinci şartı güven ile  başlar ancak karşılıklı güvenin  olduğu  karşılıklı saygının ve değerin  olduğunu bir yerde ikna  olabilir. İkna etmek için açık, şeffaf olunmalı, her türlü yalan, şantaj  ve  korkutma  siyaseten bir başarı  elde ediyormuş gibi  görünebilir ama başarılı olan siyaset  ikna etmektir. Nikola Machavelli  Prens'e bütün  öğütleri verdikten sonra ekler:"Ey prens sakin  unutma halkın sevgisi kale duvarlarından daha  güçlüdür".


Ey Avusturya'da siyaset yapmaya niyetlenmiş  Türk Müslüman genci. Eğer varolan bir  parti içinde isen zaten kimse  fikrini merak etmeyecektir. Zaten öyle bir  ortam olduğunda parti'nin PR sözcüsü sana ne söyleyeceğini bildirir. Eğer kendin bir siyasi oluşum  içine girip özgür ve hür siyaset  yapmak istersen sana gelecek olan şu dört soruyu iyi çalış: Ermeniler, Kürtler, Eşcinsellik ve Erdoğan. Bu sorulara  ben yerel  politika  yapıyorum  benim dış işlerim Burgenland  yada Niederösterreich diye cevap verebilirsin. Seçim sonuna kadar belki kimse seni ciddiye almaz  ama birgün gazetecinin birisi sana bu sorulara siyasetçi olarak değil şahsi olarak,  özel olarak cevap verir  misiniz? Derse. Bu dört  konu hakkında senin  özel fikrini merak ediyoruz derse; ya gözlerinin içine bakıp cevap vermeyeceksin, yada Avusturya'da yaşayan seni seçmeyen çoğunluğu  ikna etmen gerekecek. Şimdiden bu zorlu yolculuğunda sana  büyük başarılar diliyorum.



Miguel de Cervantes Saavedra (29 Eylül 1547 — 23 Nisan 1616), İspanyol romancı, şair ve oyun yazarıdır. Modern Avrupa'nın ilk romanı olarak kabul edilen magnum opusu Don Kişot, Batı edebiyatının klasikleri arasında yer alır ve bugüne kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılır.





Quelle:Wikipedia







 

Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl 2020 Wien

Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl  2020 Wien  1- Für alle Wiener Schulen 2 Wochenstunden Angebot: Empathie,  soziale Verantwortung ...