Mittwoch, 27. November 2013

Kant ve Ezan



Kant  ve Ezan

Allah söz verenlerin sözlerini yerine getirmesini ister. İnsan konuşurken dikkat etmeli, bizim temel hasletlerimizden birisi ,  konuşurken düşünmediğimiz için  konuştuktan sonra daha fazla düşünmek zorunda kalıyoruz. Geçenlerde  bende  düşünmeden Kant ve Ezan hakkında bir yazı yazacağımdan bahsettim. Tabi bu konuşmayı yaparken, söylediğimi duyan dört kişi daha vardı, ve  inkar edebileceğim bir durumda yok. Şimdi haklı olarak sorabilirsiniz, neden böyle bir cümle sarfettim? Yani nasıl olduda, bu kadar  uçabildim? İnsan işte, dilin kimiği  yok derlerya  tamda o yüzden. Bir sohbet  ortamında, sohbetin seyri, bir yerde Kant ve Ezan'a geldi, bende konu hem ürkütücü hemde çekici olduğundan, birazda nefsime  uyarak, böyle bir yazıyı  yazmak istediğimi  söyledim. Aslına  bakarsanız, böyle bir yazıyı en çok kendim  merak ediyordum. Acaba Kant'ı ve Ezan'ı anlatan bir  kompozisyon yazılabilir mi? İşte  bilinçaltı bastırılmış duyguların,  insanın en heyecanlı anında verdirdiği  karar böyle  oluyor, aşık olmak ta bunun gibi birşey, içinde bilmediğin bir his, sana aklına gelmeyecek işler yaptırıyor. Bende  bu  yazıyı gecikmeden yazmaya  karar verdim ki  ahde  vefamız olsun.

Pietist bir protestan olan Kant, annesinden sevgi  ve şefkatin yanında dindarlığıda  öğrendi. Aydınlanma çağının önemli bir filosofu olan Kant, Aydınlanma nedir ?  Diye bir deneme yazdı. İmmanuel Kant, felsefe tarihi içinde, en  önemli ilk on filosofun  içine girecek birisi. Belki de adında  bu kadar  bahsedilmesidir, onun bu kadar  az  tanınıyor olması. İsmini bile  söylediğimde  insanların suratında; anlamıyorum neden zorluyorsun  ifadesi  canlanır genellikle. Bence  Kant'ın  bu kadar zor anlaşılıyor olması, biraz yazdığı zamandan birazda  dilin değişmesinden kaynaklanıyor. Belki herkez Kant'ın kendi  eserlerini okuyamaz, okusada zorlanabilir, ama  Kant hakkında  en çok araştırma yapılan filosoflardan birisi,  her dilden  Kant  hakkında  yada felsefesi hakkında birşeyler bulunabilir. Peki Kant neden bu kadar  zor?  Aslında  zor değil, Kant'ı bence en güzel yine  Kant açıklıyor. Kanta  göre Philosophie Lernen ( felsefe öğrenmek ) ile Philosophieren Lernen( felsefe yapmayı öğrenmek) farklı şeylerdir. Birincisinde  insan eski filosofların düşüncelerini, yazılıp bilinen  teorileri öğrenir bunun için bir  okula bile  ihtiyaç yoktur. Güzel bir felsefe  kitabı alınıp okunabilir, yada filosofların eserleri okunabilir. Ama Philisophieren Lernen yani ikincisi, önemli olan bu,  felsefe yapmayı  öğreniyorsun; felsefi olarak  hangi  soruları soracağını, hangi sıralama  ile soracağını, sistematik ve sıkıcı  bir şekilde yazmıştır. Kant Otuzyıl savaşından ( yani Tanrı öldükten sonra) yaşadı, ve  insanların içinde bulundukları durumu görüp,  insanlara Tanrının boşlunu hafifletecek, bir felsefi yol tarif etti. Belki  Tanrı öldüğü için, felsefesini ahlak ile  başlattır Kant. Felsefenin  ilk sorusu ve cebabıdır Ahlak.  Eğer Ahlak varsa insanın yaptığının bir anlamı olur, elbette  felsefede Ahlak  ile  başlar. Kategorik imperatif Kant'ın  çıkış noktasıdır. Bizim Yunus Emrenin - Kendine ne sanırsan ayruğada  onu san- sözünün almanca, ifade edilmiş halidir. Peki Kant'tan önce Yunus bunu söylemişken, Hz. İsa söylemişken,  neden Kant söyleyince bu kadar  önemli oluyor. Çünki diğerleri söylerken Tanrı  yaşıyordu, Tanrı  Ahlakın kaynağı idi,  ve  insanlar Tanrıya  inandıklarından, Ahlak yaptıkları her  işte  zaten hep  vardı. Yani  cadılık yüzünden yanarak  ölmesi  gereken bir cadı, Katolik inancındaki ruh ve bedenin korunması innacına  göre,  asla diri diri  yakılmazdı, ateş yanmadan bir cellad gelir ve  mahkumu  arkadadan boğarak  öldürür, yana cesedi yanar, işte  böyle bir şeydir  Ahlak.

Tanrı öldükten sonra, insanın elinden ahlakida alında, ahlaki alınan  insanda şeytanlaşmaya başladı, işte böyle bir atmosferde, moderleşme, koloniyalizm, kölelik, dünya savaşları ve  toplama kamplarına kadar gitti. Elbette  Katolik kilisesinde de ahlaksız  papalar  rahipler vardı , elbette onlarda  zulüm yaptılar, ama Tanrı ve Ahlak yaşadığı için, onların yaptıkları hiçbir zaman meşru olmadı, sadece  onlar  günahkar  oldukları için  bunları yaptılar, yoksa  doğru olduğu için değil.
Kant ahlakı  elinden alınan  insalığa küçük bir yardımda bulunmak istedi, ama insanlık sanki onun  korkusunu haklı çıkarırcasına, ahlaktan hep uzaklaştı. Uzaklaştıkçada insanlığın dibine vurdu. Kant  için felsefesede  üç  önemli  soru vardır: Ne bilebilirim?  Ne yapabilirim? Ne  umut edebilirim? , bu üç sorunun cevabı  dördüncü soruyu verir; İnsan Nedir? İşte Kant  fesefesinde bunu açıklamaya çalışır. Antropolojik bir analiz yapar Kant,  bununla da kalmayıp birde  sonsuz barışın nasıl olacağını düşünür. Aynı  isim altında 1795  yazdığı makale bugünkü  Birleşmiş Milletler dediğimiz  sistemin felsefi olarak, anlatılmasıdır. Bugünki Birleşmiş Milletler  yanlış veya eksik çalışıyor olabilir, ama  Kant'ın hayalindeki sistem  kesinlikle bu değildi.

Birde bazı  müslümanlarda sevdikleri insanları müslümanlaştırıp rahatlamak gibi bir pisikoloji var. Kant arapça kelimeyi  şahadet getirmeyebilir, ama  kimin  iman sahibi olduğunu ancak Allah bilir  bize  düşen, hayırlarda yarışmaktır. Çok sevdiğim bir  filosoftur,  belki en sempatiğidir demiyeceğim ama, en vicdanlılarından olduğu kesin. Pek bilinmez ama üç boyutlu bir  geometriyi düşünen  ilk filisoftur,  Kant  sayesinde Öklit'in iki boyutlu  mekan anlayışından üç boyutlu mekan anlayışına geçtik. Bunların yanında ben Anlalitik ve Sentetik önermelerden bahsedemedim, Transzendenz ve  Tranzandantal olandan da. Bugün eğer  elektiriği bulmuş isek ve bunu  kilimetrelerce uzaklara yayabiliyorsak, Kant'ın  üç boyutlu geometri anlayışına  borçluyuz. Elektrik sayesinde de hiç bir imam  minareye çıkmadan çok uzaklara ezanın mesajını ulaştırabiliyor. Allah bizide salih amel işleyenlerden eylesin.

Sonntag, 24. November 2013

Öğretmenler Günü



Öğretmenler  Günü

Yine bir  öğretmenler  gününü hep beraber, yurtta, yavru vatanda ve dış temsilciliklerde coşku ile  kutluyoruz. Tamda  bu  yazının böyle bir coşku halinde iken yazılması gerekti. Şimdi  burda yazıma başlamadan önce bir Hümanizm  eleştirisi yapmak istiyorum. İlk olarak kitlesel toplu  eğitim fikri, halkının ilerlemesini isteyen Hümanist bir  iktidardan gelmedi. Bu şekilde  kitlesel eğitim, yeni ortaya çıkan  modern  hayatta insanlara gerekli olan asgari bilgi ile donatmak isteğinden çıktı. Savaşlarda eski ordu ile yeni  ordu  arasındaki  fark, çok kısa bir sürede kitlesel bir eğitimle ateşli silahlar  kullanma  ile başladı.Bunun karşısında ok atmayı öğrenmek ve ilerletmek, uzun bir çalışmayı gerektiriyor. İlk basılan silah kullanma talimnameleri, ilk okul kitaplarından daha eskidir. Peki, okumak okuma yazma bilmeyen cahil insanlar olmaktan daha iyi değil mi  ?  Evet  haklısın,  bende elektiriksiz  gecelerde, topluca ateş başında  oturulup daha yakından daha sıcak sohbetler edeceğimize,  böyle  evde tek başıma facebook  önünda yazı  yazmayı  tercih ederdim. Çok şükür  okuma yazma bilen birisiyim, hatta gündemi en son teknoloji ile takip etmeye çalışmaktayım. Sizde kendi hesabınıza birini  tercih edin.

Modernite  geri  çevrilemeyeceğine göre,  biz şimdi  ne yapacağız? Kitlesel eğitim, en gelişmişinden en geri kalmış ülkesine kadar yayıldı. Yani metod  olarak,  şuan elimizde  o var,  ve  bildiğimiz daha farklı bir dünya düzeni yoksa, en azından bu olanın  hatalarını düzeltmek gerekir. İşte hal  böyle  iken, kitlesel eğitimin önemli bir  aktörü olan  öğretmenlerde,  düzeltilmesi gereken bir yerde duruyorlar.

Ben kendi öğrencilik hayatımda  hem güzel  hemde  iğrenç  öğretmenler ile  karşılaştım. Bir taraftan  benimle ilgilenen ,  annemi okula  çağırıp,  benim  için gerekli kitapları tedarik eden, diğer  taraftan utangaç bir  çocuk iken,  bana küçük bir  rol oynatarak özgüvenimi ortaya çıkaran öğretmenlerim oldu. Bunun yanında sadece güldüğüm için, arkadaşlarımın önünde beni tekme  tokat döven  ruh hastalarıda  tanıdım, ne yazıkki onların adıda  öğretmendi. Çok şükür  iyi olarak hatırladığım  öğretmenlerimin sayısı  kötü olanlardan fazla, onun için  hala  okul  yıllarını hatırlayabiliyorum. Birtkaç  arkadaşım  öğretmen oldu, diğerleri kamuda ve  özel sektörde değişik işlerde  çalıştılar. Bende şimdiye kadar değişik ortamlarda, belli bir kitleye bazen, panellerde,  bazen sempozyumlarda bazende seminerlerde  birşeyler  anlattım. Yani  eğitim ile  hep iç içe oldum.

Öğretmenlik en az  taxicilik kadar zor bir meslektir. Burda  hiç kimseyi  ne aşağılamak nede yükseltmek istiyorum. Elbette taxiciler  ulvi bir görevi  yerine getirerek, insanları  bir yerden  başka bir yere götürdükleri ve bunun  karşılığında  para aldıklarından, insanlara birşey  öğrettiği için  para alan insandan daha kötü yada  iyi  değildir. Önemli olan, taxiçinin de  öğretmenin de yaptığı işi  sevmesi. Peki böyle  komplike  ve  zor birşeyi  nasıl  başarabiliriz? Bence bu  soruyu geleceğe doğru yaptığımız  hayalleri,  hayatımıza  uygulayarak başarabiliriz. Gayet rasyonel bir yaklaşım. Bunu neden yapman gerektiğine dair,  ulvi veya uhrevi sebebler arıyorsan, bu alemde  varoluşunun sebebi olarak düşünebilirsin. Burda  dikkat etmen gereken,  toplumu varaden gücün dayanışma olduğunu  unutmamam.   Toplumlar ancak dayanışma  ile   varolabilirler, yoksa toplum  olmalarının bir  sebebi kalmaz,  bak burda  dayanışma diyorum, karşılıklı mefaat demiyorum,  faydacılıkta demiyorum. solidarty denilen, toplumun diğer fertlerine karşı, bilerek ve  isteyerek yapmış olduğu katkıdan  bahsediyorum. Yani  soyut bir  katma değer dünyasından yapılan zorunlu yardımlardan  bahsetmiyorum. Sen  insan  olarak bilinçli olarak dayanışma  halinde  olacaksın. Biliyorum yazımın bu bölümü vaaz ve siyasi manifesto  tadında  ama ne yazıkki başka türlü izah edemeyeceğim.

Sevgili öğretmenlerimiz başımızın  tacı,  nasıl  tirafik kazası olduğunda  polisi  çağırıyorsak, çocuğumuz  zayıf  alıncada öğretmeni arıyoruz. Bundan  böylede eğitim sistemimizde,  öğretmen olmak isteyen  insanların daha fazla  istihdam edilmesini istiyoruz. Böye  bir  imkanı  tahsis etmek içinde,  sosyal  devlet kendini gereksiz birçok, devlet  kurumundan  kurtarıp insanlara  asgari bir yaşam standardı sunmak zorunda. İnsanlarda bu  durumda  kendilerine sunulan işler arasından en uygun  olanını seçip, hem işinde verimli olacak hemde  mutlu bir vatandaş. Bu şekilde  süpermarkette kasada sırada beklerken gülen insalara rastlayacağız. Burda bahsettiğim şey bir hayal yada kafası uçmuş esrarkeş düşüncesi değil. Avusturya'da  ( ki Türkyide ki durum bundan biraz daha  fazladır ) sosyal  devletin işlemesi için gerekli olan ,  kurum  ve kuruluşlar  ortadan  kaldırılıp ordan  edilen tasarruf ile, Avusturya'da yaşayan herkese asgari bir yaşam standardı verecek para  ortaya çıkıyor. Böylece  insalar  o devlet dairesinden bu devlet dairesine şu  resmi belgeyi getirmek zorunda kalmazlar. Bu durumda evimi, işimi kaybederim  korkusu olmayan emin bir vatandaş , stres altındaki diğer vatandaştan daha faydalıdır. Böyle  bir  ortamda,  insana kalan zaman  içinde  belki, toplum ve devlet için daha  faydalı  bir eser  ortaya  konabilir. Neyse  ben verimlilik teorisinden, değer  üretmeye geçmeyeyim, o konuyu daha sonra  ele alırız.

Taxiciler  günü  var mı  bilmiyorum, ama  olsaydı bile onu kutlamazdım. Sevgi ve muhabbet  ile andığım  öğretmenlerimin ölenlerine rahmet  kalanlarına da sahlik ve sıhhat  diliyorum.

Mittwoch, 20. November 2013

Şıvan, Barzani, Arınç ve Diyarbakır

Şıvan, Barzani, Arınç ve Diyarbakır


Bugün  Diyarbakır'da olan görüşmeler hakkında hala korku ve endişe dolu sorular  duyabiliyorsam, bu yazıyı yazmam  gerektiğine  karar verdim. Aslında şimdiye  kadar birkaç  facebook notu olarak verdiğim cevaplar, anladığım kadarıyla esesli bir analizden sonra anlaşılabilecek.

Şimdi varolan bu resmi anlamak için biraz öncesine gitmemiz  lazım,  nerden geldiğmizi unutursak, nerde  olduğumuzu  bilemeyiz. Tayyip'ten önce ( bende yazıda Sözcü gazetesinin  üslubunu kullanayımda  kimse  beni yandaşlıkla  itham etmesin, bundan sonra bir Tayyip  eleştirisi yazacağım söz) manzara, şehitler  ölmez vatan bölünmez ve bu  sözleri söylememize fırsat olan cenazeler. Bu kısır  döngü,  gözünü kan bürümüş birkaç ruh hastası  ihtiyar adamın tekelindeydi.  Şimdi  ardından ağıtlar yaktığımız  silivri mağdurları varya, eğer  farkındaysanız  onlar içerde  olduğundan beri bu ülkede  ne faili meçhul cinayet  nede şehid haberi  geliyor. Bence sadece bu  sebebten dolayı içerde  kalmaları yeterli. İşte  böyle  kan, acı ve adaletsizlik ile  dolu olan doksanlı yıllarımız ikibin yılına  kadar heder edildi,  o  sırada  kaybedilen  her canın  üzerimizde hakkı var. Ahmet  Kaya'yı  linç adenler  gezi  ruhunun erdeminden  bahsettiler bana hiçbir zaman samimi gelmedi. Bu  arada  bazı  arkadaşlar alınmasınlar, yetmez ama evet tutarlı  bir duruştur. İşte  bu ahval  ve şeraet  içinde  memlekette  tersaneler bile hortumlanmışken, bütün  bankalarının içi  boşaltılmışken, Tayyip  iktidara  geldi. Memleketteki zinde  kuvvetler bu  geçişin zaten boşalmış  olan  kasaların  dolması için  iyi bir fırsat olabileceğini düşündü. Sonuçta darbeciler ne  iyi bir ekonomist  nede siyasetçiler, adamların  görevi darbe yapmak  ülke yönetmek değil, barış yapmak hiç değil.

Tamda herşey çıkmaza  girmişken,  tamda yeniden ölüm  haberleri gelirken,  tamda  Sözcü gazetesi neden haklı olduklarını söylerken. Avrupa'da bir  otelde  Bülent Arınc'ın talebi ile  Şivan ile  bir  görüşme gercekleşiyor,  hemde  gizli saklı değil açıkta  lobide, zaten o  yüzden birden Türkiye  gündemine düştü. Üzerinde  kaseti var diye  insanların  öldürüldüğü  bir  Sanatcı Meclis  başkanı ile  görüşüyor. Çok  şükür  hala  Cumhuriyetimiz  ayakta hala bayrak inmedi  ezan dinmedi. Mesut  Barzani  Diyarbakir'a  geldiğinde de  farkında  olduysanız  bölünen  kopan, ilhak  onunan, elden çıkan birşey  söz  konusu değil,  hatta sosyal medyada gezen espiriler  var Türkiye'nin yeni plaka numaralarına dair: Kerkük 82, Süleymaniye 83, Erbil 84 gibi. Bazı  arkadaşlarda belki beni bu espirileri yaparken emperiyalist  olarak suçlayabilir,  ama  benim  niyetim bir yerleri  ele geçirmek işgal etmek,  egemenliğim altina  almak falan değil. Ben Avrupa'da yaşıyorum burda  Avusturya  ile sınır  olan hiç bir  ülke sınırında  gümrük yok, yani arabaya atılıyorm  istediğim yere  gidiyorum. İşte  ben böyle bir şey istiyorum. Yani ben isteidigimde  Erbil'e gideyim , Erbil'deki de  İstanbul'a, asıl amaç bu. Çünki insanların kafalarındaki sınır cok daha  güçlü,  onu yıkmak için ilk önce varolan sünni sınırları yıkmak  lazım. Bu istediğim bir esrarkeşin hayali değil,  bu  değidiğim Avrupa Birliği  denen  bir gerçek.

Artık Şıvan  Türk'ler  için  o kadarda  kötü biri değildi, yoksa  meclis  başkanları neden  onunla görüşsün. İşte  bu  hamle  ile Türkler fikirlerini değiştirirken PKK Şıvanı  vatan  haini ilan etti. Türkiye  hem Dışişleri hemde  Başkakanık seviyesinde  #Kürdistana  ( artik bu kelimeyi  söylememizde bir sakinca yok Tayyip söyledi cünki ) gittiler, ve  Kürdistanı on yıl içinde  Türk ekonomisine  yakınlaştırdılar. İnsanlarla savaşmak  yerine  işte yapılabileceğini gördüler. Şunu da  unutmayalım Musul ve Kerkük Lozan antlaşmasında  1960 yılında  Türk tarafı  feragat ettiği  için  kapanmıştır. Yoksa oralar 1960 yılına  kadar kanunen Misaki Milli sınırları icinde  görülüyordu. Şimdi  o Misaki Milli sınırları  Türk parası kullanmayı istiyor. Kürdistan'ın  okullarında  türkçe  öğretiliyor, arapça ve  kürtçe, bence bizde hemen çok dilli bir  okul sistemine geçelim. Ben Avrupa'dan biliyorum  burda da çok dillilik devlet tarafından destekleniyor. Bence  okullarda  anadoluda  konuşulan bütün diller  öğretilsin ( ama  öğretilirken adam gibi  öğretilsin yoksa  ben sekiz sene  ingilzce  öğrenipte  adres soramayan eğitim maduru tanırım)

Ben Şivan'in CNN  Türk'te vermiş olduğu  röportajı herkeze  izlemeyi  tavsiye ederim, eğer bir parça atan bir kalbiniz  varsa, gözyaşlarınıza sahip olamayacaksınız. Bu patetik uyarıdan sonra işin realitesine  dönmek istiyorum. Lütfen korkmayın  korku gerçek değildir. Fundamental ontolojinin kurucusu olan, günümüz dünyasını  etkileyen Wittgenstein'dan sonra en  önemli  filosof  olan Martin Heidegger yapmış olduğu  teorisine insanın güçlü bir dürtüsü olan korku ile başlar. Heidegger  Furcht yani Endişe , ile Angst yani Korkuyu  ayırır. Furcht yani endişe realdir ve  gerçek bir tehlike  karşısında  insanı hayatta  tutmak için devreye girer ve doğaldır. Eğer  karşınıza  bir aslan  çıkarsa bu Endişe'dir yani Furcht bu  doğaldır, çünki  hayatta kalma güdünüz endişenizdir.  Ama  Korku yani Angst reel  değildir, yani Phenomenal dünyada bir karşılığı yoktur, insanın  kendisinin  kurguladığı bir yapıdır, doğal değidir. Şimdi burdan yola  çıkarsak, evlerinde  internet  başında  oturan hiç  kimse  bölünme,  parçalanma  kavramı ile  direkt bir yokoluş yaşamıyorlar, yani bölünmek ve parçalanmak insanın hayatta kalması için tehlikeli bir durum değil, demek ki  bölünmek ve  parçalanmak Korku yani Angst  kategorisine giriyor yani  doğal değil insanın  kendisinin  ürettiği bir olgu, yani  gerçekten bir karşılığı yok. İşte  benim Diyarbakır'daki düetten sonra  insanlardan  duyduğum şey  buna  muadil bir serzeniş.

Bülent  Arınç Şıvan'ın eski bir dostu  olarak yanında  oturuyor. Hemen yanlarında Beşir Atalay ve Emine hanım  poşu  takmış bir halde. Mesut  Barzani ve İbrahim Tatlıses'sin verdikleri   mesaj hiç  öyle  bölünmeyi ima eden bir  anlami yok, yada  yarın Diyarbakırı devralacak gibi  durmuyorlardı. Benim  gördüğüm Diyarbakir'a geldiği için mutlu olan bir  Misaki Milli çocuğu.Düşününsenize eğer Lozan'da Musul ve Kerkük Türkiye'de  kalmiş olsaydı, bugün Mesut  Barzani Erbil milletvekili olurdu, ve koalisyon  ortagi ile  ortak bir mitinge  Diyarbakırda  katılmış olurdu, ve  buda senin için  gayet  dogal olacaktı.  Birde  İboyu hasta hali ile - biz  buraya şan şöhret için gelmedik, şanada  şöhretede  doyduk biz barış için geldik- demesi hiç işgal kuvvetlerinin organize ettiği bir  aktiviteyi andırmıyordu. Belki  Mesut Barzani  ilk önce  keşif için geldi, belki beğenir sonra ordusuyla  gelir  Diyarbakır'ı işgal eder Allahualem. Belki ben büyük bir  çoğunluğun  icinde azınlık olarak yaşadığımdandır, belkide kozmopolit bir çevrem  olduğundandır,  belki satılmışım, ama  barış  yapmak savaşmamak bir komplonun ürünü  dahi olsa  güzel birşey değil mi?  Şimdi  yapılan komplo iyi  bir  sonuca  ulsaşırsa biz yine iptal mı  edeceğiz? Hayır biz  barış gibi  bir sonucu  istemiyoruz, bu bir komplo mu diyeceğiz? 



Montag, 18. November 2013

Kumardan nasıl kurtulunur?



Kumardan  nasıl  kurtulunur?

Bu başlığı  atmamın sebebi  bundan  önceki yazıl ile çelişkiye  düşmemek içindir. Bundan  önceki yazıda  yasaklardan  nasıl kurtulunur diye başlık attım, ve  yasaklardan yasaklar  koyarak  kurtulunmayacağını  belirttim, şimdide  Avusturya'da yaşayan göçmenleri çok yakından  ilgilendiren bir  konuda Kumar konusunda yazarken, bir  önceki yazıya  inat  kumarı  yasaklayarak  ortadan kaldırmak  istemedim. Peki  yasaklamadan  kumardan nasıl  kurtulunur?

Bence biz bu soruyu  cevaplamadan önce  Kumar nedir ? sorusunu soralım,  ki ona  verdiğimiz cevapta  çarenin  izleri  zaten bulunacaktır. Felsefe soru  sorma sanatıdır,  soru  sormayı öğretir insanlara, farklı sorular sormayı, çok katmanlı sorular sormayı, soruları  tekrar tekrar sormayı  öğretir, bizde burdan yola çıkarak  sorumuzu soracağız. Kumar nedir ?  Kim  kumar  oynar ? Neden Kumar oynar ? Bu  sorulara ise, ben Avusturya özelinden , cevap vermeye  çalışacağım.

Paul Feyerabend hocası Karl Poppere karşı  geldi, ve  hocasının büyük bir  özenle düşündüğü Yanlışlamacı yani  Falsifikation yöntemi  reddetti ve seksenlerden sonra  tıkanan bilim felsefesine  bir çıkış yolu önerdi. Çünki Karl Popper  1020 li  yıllarda  Viyana'da varolan ideolojik totaliter görüşlerin  icinde  büyüdü. Farklı  fraksiyondan  olan Komünist bir  grubun hedefine ulaşmak için şiddet  uyguladığını  görünce  sol  görüşünden  vazgeçti. Korkuya  ve şiddete daylı  dünya görüşlerinin ürettikleri biliminde  aynı izleri  taşıyacağını düşündü. Sanki düşündüklerini haklı  çıkarırcasına  Naziler ortaya çıktı ve Naziler Viyana'ya gelmeden kısa bir süre önce kaçabildi. Nazilerin askeri başarıları Popper'ın  Yeni Zellanda'ya  kadar kaçmasını  sağladı. Savaş  bitene kadar Yeni Zelllanda da kalan Popper , en  önemli  eserlerini yazmaya  başladı. Bilim felsefesinin mantıksal analizi ile Hakikati aramanın asla  bilimsel bir yöntem  olmayacağını söyledi, Çünki  araştırmaya başlarken  hakikati tarif ederseniz yapacağınız her deneyde  hakikati ispat etmiş olursunuz. Çünki sizin amacınız  varolan bir fikrinizi ispat etmek, onu ispat etmek içinde  gerekirse  Devlet Bahçeli tadında  matematiksel  işlemler yaparak istediğiniz sonuca ulaşabilirsiniz. O zaman bilimsel çaba  ancak düşündüğünüz bir fikri  çürütmek için yapılabilir.  Yani  Kumarın sebebini  araştırırken sorgulayacağınız  tezi çürütmek icin yaparsınız. Kendi tezinizin yanlış  olduğunu ispatlamaya çalışırsın. Yani  para kazanmak istedikleri için  kumar  oynuyorlardır hipotezini ispat etmek  yerine, onu deneysel olarak çürütmeyi denersin. Peki bu metodun  bize faydası ne?  Bu metod sayesinde yanlış bir düşünceyi ispat etmek için savaşlar çıkarıp insanları katletmene  gerek kalmayacak, sen bilgini ispat etmeye çalışan bir manyak  değilsin,  sen doğruyu  arayan ama bunu yaparkende kendinden şüphelenen ve  onun için  kafandaki fikirlerin yanlış olduğunu deneyen birisin.

Peki bu metodu neden Paul Feyerabend reddediyor ve bunun  dışında bize  gerçekliği algılama yolu olarak neyi gösteriyor? Yani  artık deneysel olarak sebeb sonuç ilişkisini  açıklayan bilgiyi nasıl araştıracağız  onlar artık bizim  için yanlışlanması gereken tezler değil mi ? Hayır bizim bilmek için araştırdığımız  konular,  kafamızdaki  düşünceleri yanlışlamak yada ispat etmek değil, Popper yaşamış olduğu korku ortamında  bir çare  olarak düşündüğü yanlışlama yöntemi , totaliter olmaktan  o kadar korkuyor ki bu  korkusu onu  paradigmal  bir  körlüğe itiyor. Bu  durumda bilme  eylemi  yapılırken,  insan  kendi kendine  duvarlar  örüyor. Yani Kumar oynamanın sebbelerini  düşünürken, olması  gereken en  basit  ihtimalide  araştıracağız,  bazen insanlığın yönünü  değiştiren buluşların  en basit sebeblerden  olduğunu  düşüneceğiz, aklı ve bilgiyi tek yüce  varlık  olmaktan  çıkaracağız. İster yanlışlayalım ister  ispatlayalım bilmek ve yapmak insanın sadece aklı deneysel  yöntemi ile anlaşılmaz. Hele  söz  konusu olan insan  ise, pisikolojik yada sosyolojik olarak birden fazla etkenin etkisi altında  olan bir karar verme aşamasına sahip. Böyle bir  durumda insanın neden Kumar oynadığını  araştırmak istersen, insanın en basit duygularından yola çık. Belki insan sadece  oynamak istiyordur,  belki kaçmak istiyordur.

Kumar  oynayan insanlar çok değişik  sebeblerden oynuyorlar,  kumarın sonuçnun  para kazanmak olması, bu  sebebten  olduğunu  göstermez. Aslında  kumar oynayan insanlar belli bir zaman sonra  kazanılan paranın yerine  o parayı kazanırken yaşanan  hazzı  tatmak için oynarlar. Bundan sonra  biraz  hasta  bir  hal alması,  zaten  işin  vehametini gösterir.  Kumar  oynayan kişi belli bir  zaman sonra neden kumara başladığını  unutur ve  kumar oynamak ona hayatının doğal  bir hali gibi gelir. Tanıdığım bir  kumarcı  bana kumarcıların söylediği en  meşhur yalanın - artık  kumarı bırakıyorum yalanı -dir dedi. Ben Taxi mesleğinden olduğum icin aslında  Avusturya'daki  kumar aleminin içinde  bulunuyorum. Benim icin  kumar  oynamak  eğer  unutmazsam trafikten aldığım  kazı kazanlar  olarak kaldı. Kazı kazandan daha  komplike  bir kumar benim  ilgimi çekmiyor. Hele  ışıklı bir  makinanın sürekli dönen  meyvelerini takip  etmek ve  bunu yaparken, dört  paket  sigara icip 12 saate  altı  redbull ve iki sandöviç yemek  benim için asla heycan verici olmadı. Ben kendime başka  şekillerde  işkence ediyorum, sonuçta Albet Camusun dediği gibi:" herkez  bu  dünyaya kendi  acısını  çekmek için gelmiştir, bize düşen hangi  acıyı  tercih ettimizdir". İnşallah  başka bir yazıda kendime yaptığım işkence  metodlarından bahsederim ama bugün  Kumar illeti ile meşgulum.

Kumarın ortaya çıkmasındaki en  önemli sebeb,  insanların  yaşadıkları hayal kırıklıkları. Bu hayal kırıklıkları ise,  toplumun  insanlara sunduğu beklentiler ile alakalı, bu beklentiler  ise insanların  neler yapması  gerektiğini gösteren hedefler. Bu  informasyon bize  okul, medya ve siyaset yolu ile  ulaşıyor. Eğlence sektörü  dediğimiz devasa bir parasal güç, bunun içinde  Hollwood , GamePlay İnteenet ve Televizyon gibi alanlar var. Bunlar  günümüzde  hiçbir dinin vaad edemeyeceği bir cenneti ve  sonsuz mutluluğu  sunuyorlar. burda  ortaçağı  romantize etmek istemiyorum,  her  ne kadar ortaçağ  insanın  pekde yaşamak istediği bir zaman  olmasada,  o zaman ki insanlar hiç bu kadar ahlaksız  hiç bu kadar  duyarsız  olmadılar. Birde  o zamanlarda bu kadar  polisin, mahkemenin askerin olmadığı düsünürsek, ki daha  hapishane nedir  kimse bilmiyor. Aslinda hiçde  fena yaşamamışlar. Sadece dünyanın evrenin merkezinde  olduğunu  düşünen  geri kafalı adamlar. Ama kimse kumar  makinası icat edip insanların ruhlarını hapis etmeyi düşünmemiş. Kilisenin ve  onun yanında Caminin  insanlara verdiği  vaat  ise, çennetin bu  dünyada olamadığı, onun ancak öldükten sonra gidilecek bir yer  olduğu. Bu dünya ise, geçici bir yer onun icin buraya  fazla  önem vermeye  gerek yok,  erdemli olan  zengin  olmak değil, iyi  olmak . Allahın rızasına ermek iyi bir  müslüman  olmak gaye.

Modern zaman ile Tanrı öldü ve onunla birlikte  öldükten sonra gidilecek bir cennet  inancıda. Artık bu  dünyada yaşamaya mahkum  olan  insan hayalini kurduğu  cenneti  burda üretmeyi  düşündü. Tabi bu  dünyada cennet yapmak isterken  kimilerine de  cehennem oldu. Orta çağın en barbar  zamanında bile ,  toplama  kampı kurmayı hayal edemeyen katolik kilisesi,  katletmeye gittigi yahudilere  hıristiyan  ol yoksa seni öldürürüm diyordu. Nazi kamplarında birçok hıristiyan dedesi  yahudi diye katledildi, yahudilerin din değiştirmek  diye bir ihtimalleri bile yoktu. Böyle acımasız bir dünya tasavvurundan elbette çıkan cennet beklentisi, ancak insanları topluca er  yada geç bir cehenneme götürür. İşte bize sunulan, vaadedilen hayatta sadece başırılı ve  güzel olanın yeri var. Aşklarımız,  beklentilerimiz, hep bu yönde, böyle bir  gözlük ile etrafımıza bakıp insanları anlamaya çalışıyoruz, birgün bizde başarısız olursak , bize  kendi  gözlüğümüzden  bakılacak. İşte  tamda  bu  bilgi insanı kumara  itiyor.

Peki böyle  acımasız bir gerçeği  yasaklar  koymadan nasıl berteraf edeceğiz? İlk önce çevremizdeki insanları , başarı yada güzelliklerine göre değil,  insanı  tavırlarına göre  değerledireceğiz. Bunu yapmaktaki  amacımız bizimde  böyle bir davranışı hakettiğimizdendir. İnsanlara zor anlarında eğer yardım edemiyorsak , horlamayacağız,  kınamayacağız. Tabi dahada  güzel olan o insanlara yardım eli uzatmak,  bırakmamak. Konuşabilgimiz  kadar anlayabiliriz,  insanları başarısız olsalar bile sevelim ve saygı  duyalım. Biliyorum biraz Birol Kılıç tadı  verdim yazıya, inşallah  kabak  tadı  vermemiştir. Konu çok aktüel ve önemli ,  bende  gördüğüm kadarıyla en basit ve yapılabilir olanı söylemek istedim. Bunu söylerken niyetim bizim biraz daha çevremizdeki insanlar ile  ilgilenmemiz,  unutmayalım bu dünya geçici  asıl cennet ise öldükten sonra  bize düşen bu hayatı kimseye cehennem yapmamak.

Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl 2020 Wien

Meine Forderungen für die Gemeinderatswahl  2020 Wien  1- Für alle Wiener Schulen 2 Wochenstunden Angebot: Empathie,  soziale Verantwortung ...